Otobüsle her geçtiğimde gözüm hep ona takılıyor.
Şehrin o modern, camdan binalarının, bitmek bilmeyen inşaatlarının arasında
dimdik duran, kahverengi bir ahşap ev. Her görüşümde aklıma, Kemalettin
Tuğcu'nun o hüzünlü ama umut dolu dünyası geliyor. Sanki o hikayelerin birinden çıkmış, zamana inat orada kalmış gibi… Bu ev, bana, hayatın en büyük
hikayelerinin aslında en sakin köşelerde saklı olduğunu anlatıyor sanki...
Ve belki de en çok bu yüzden… Sanki zaman, o kapıdan içeriye hiç girememiş, kapının
önünde durup beklemiş gibi. Ne zaman görsem, içimde bir yer sızlıyor. O ev, bir
masalın sonu, bir anının başlangıcı gibi.
Bugün, dayanamadım. Bir durak erken indim ve sokağın
başına yürüdüm. Evin tam karşısında durdum. Tıpkı bir zamanlar, annemin
masallarını dinlerken gözlerimi açtığım gibi, onun her bir tahtasını, her bir
penceresini inceledim. Telefonumu çıkarıp fotoğrafını çektim, bu anı da
diğer anılarımın yanına koymak için. Pencere camları o kadar kirli ki, içeriyi
seçmek imkansız. Ama yine de o camın ardında bir hayat, bir aşk, bir ayrılık
fısıltısı olduğunu biliyorum.
Aklıma çocukken dinlediğim o eski şarkılar geldi. Hani
o şarkılar ki, nakaratında hep bir vapur sesi, bir ayrılık, bir kavuşma olurdu.
O şarkıların hissini, o evin renginde buldum. Sanki yıllar boyunca bu evde, o
şarkılar çalınmış ve sesleri ahşaba sinmişti.
Şimdi bu ev, dışarıdaki modern dünyaya yabancı, suskun
bir tanık gibi duruyor. Dışarıda trafik, korna sesleri, koşturan
insanlar… İçeride ise sessiz, kim bilir hangi rüyalara tanıklık eden bir geçmiş
var. Evin önünden geçen bir çocuk, evin eskiliğine şaşırıp parmağıyla gösterdi.
Yanındaki annesi, "Eski ev işte," dedi umursamazca. O an içimden,
"Eski ev değil, eski bir hikaye," demek geldi. "Hem de senin
bilemeyeceğin kadar güzel, acı ve gerçek bir hikaye."
Evin kapısına yaklaştım. Kapının demirinde paslanmış
bir tokmak duruyordu. Tokmağa dokunmaya cesaret edemedim. Çünkü biliyordum, o
tokmak bir zamanlar bu kapıyı açmış, bir kalbe yuva olmuş, bir hayalin kapısını
aralamıştı. Şimdi o tokmak, rüzgarın esintisiyle titreyen, kapının yüzünde
paslı bir anı gibi duruyor, artık hiçbir kalbi çağıramayacak kadar suskun
ve kırık.
O tokmağın bu sessiz hali, bana benim de unuttuğum bir
şeyi hatırlattı. Hayatın büyük olaylardan değil,
küçük anlardan ibaret olduğunu. Bir fincan kahvenin kokusundan, bir camdan
süzülen ışıktan, bir eski şarkının nakaratından. Biz bu küçük anları, bu
evleri, bu hikâyeleri unuttuğumuzda, hayatımız da o modern binalar gibi
tekdüzeleşiyor, ruhsuzlaşıyor.
Eve son bir kez baktım. Orada, o rüzgârla dans eden
eski tahtalarda, benim de unutmaya yüz tutmuş hayallerim, yarım kalmış
aşklarım, umutlarım vardı sanki. Ve o ev, sessizce bana, o hayallerden
vazgeçmememi fısıldıyordu.
Sevgiyle Kalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder