Uzun zamandır bir şeyleri
anlamaya çalışıyorum… Belki de yılların
yorgunluğu, belki umut kırıklarının ağırlığı, belki de artık kimseye
inanmak istemeyen kalbimin sesi bu. Çünkü bu ülkede siyaset,
sanki bir tiyatro sahnesi gibi; ışıklar değiştikçe roller, roller değiştikçe
taraflar değişiyor. Dün alkışlanan bugün yuhalanıyor, dün düşman ilan edilen
bugün sarmaş dolaş oluyor. Bir dostluk, bir düşmanlık… Hepsi bir günde. Hepsi
bir anda.
Siyaset yazmak
istemiyorum ama ne kadar kaçmak istesem de yaşadığım ülkede olup bitenler
sessiz kalmama izin vermiyor. Çünkü bu topraklarda siyaset, insanın evine kadar
sızan bir rutubet gibi; görsen rahatsız, görmezden gelsen daha rahatsız…
Dün “asla” dedikleriyle
yan yana durdular, bugün “dostuz” dediklerine sırt çevirdiler.
Yarın kim bilir kimin kapısında sıraya girecekler? Bir sabah kalkıyoruz, gündem
başka; ertesi gün bambaşka. Sanki yağmurun altında un ufak olan bir tebeşir
çizgisi gibi… Hangi söze tutunayım, hangisine güveneyim? Düşünüyorum…
Dün düşman ilan
ettiklerinin bugün el üstünde tutulmasını, dün yere göğe sığdırılamayanların
bugün hedef tahtasına konmasını… Bu kadar keskin dönüşleri izlerken, insan
kendini bir girdabın içinde gibi hissediyor. Bir günün sabahı
başka, akşamı başka… “Dün feto, bugün apo, yarın papa…” Bu
üç kelimelik kurgu, aslında bir dönemin, bir siyasi aklın tutarsızlığını,
ilkesizliğini ve belki de en kötüsü, omurgasızlığını haykırıyor. Siyasi iklim,
adeta bir
meteoroloji istasyonu gibi her gün yeni bir yön tayin ediyor. Bugün
dünkü kırmızı çizgisini çiğneyen, yarın daha önce aklının ucundan bile
geçirmeyeceği bir figürle masaya oturabiliyor. Bu durum, basit bir politik
manevra olmaktan çok, iktidarın
zehirli cazibesinin insan ruhunda yarattığı derin bir çöküşün
yansımasıdır.
Sanki her şey bir oyun,
biz seyirciyiz; sahnedekiler neyi isterse ondan ibaret bir gerçeklikle baş başa
bırakılıyoruz. … İnsan, “acaba yarın neye uyanacağım?” diye sormaktan kendini
alamıyor.
Ve içimde garip bir his
var… Çok derinden, çok sessiz bir yerden gelen bir his. Sanki yıllardır “Elhamdülillah”
diyerek çıktıkları yolculuğu, bir gün “Amen”
diyerek tamamlayacaklarmış gibi. Çünkü gidişat belli. Çünkü yön belli. Çünkü
dünle bugün arasında tutarlılık yoksa, yarın zaten çoktan kaybolmuştur.
Siyaset denen o zorlu ve
karmaşık arenayı izlerken, bir vatandaş olarak içimde hem bir hüzün hem bir
kızgınlık hem de derin bir hayal kırıklığı büyüyor. İnsan güvenmek ister… En
azından sözün bir ağırlığı olsun, duruşun bir bedeli olsun ister. Ama yıllardır
aynı döngüyü izledikçe, içimdeki o güven duygusu ufalanıp toprağa karışıyor.
Bir siyasi hareketin, yola çıkarken sahip olduğu tüm ahlaki ve etik değerleri,
sırf koltuğu muhafaza edebilmek adına feda etmesi ne kadar da acı.
"Elhamdülillah" nidalarıyla çıkılan o kutlu yolculuğun, yolun sonunda
tüm değerlerden soyunarak, belki de tüm inanç sistemlerine aykırı düşecek bir
"Amen" ile son bulacak olması ihtimali, içimizdeki samimiyete vurulan
en büyük darbedir. Bu, sadece bir parti politikası değişikliği değil; bu, o
harekete gönül veren milyonların saf inancının ve umudunun bir nevi inkârıdır.
Oysa büyük siyasi
liderlik, rüzgâr nereden eserse essin, ana rotasını kaybetmeyen deniz feneri
gibi olmalıdır. Rota değişebilir, taktikler revize edilebilir; ama siyasi
kimliğin ve ahlaki duruşun temelleri asla pazarlık konusu olmamalıdır.
Gelinen bu noktada,
gidişatın gösterdiği tek şey var: Siyaset, kendini var eden değerleri tüketmeye
devam ediyor. Ve bu tükenişin sonunda, "Amen" ile yapılacak o jübile,
iktidarın bir zaferi değil, inancın ve ilkenin politik alandaki hazin bir yenilgisi
olacaktır. Geriye sadece, rüzgarla savrulmuş, neye inanacağını bilemeyen, büyük
bir hayal kırıklığıyla baş başa kalmış bir toplum kalacaktır.
Ve belki de bu yüzden,
siyasetin rüzgârıyla savrulan bu ülkede, ben artık rüzgârın değil, gerçeğin
peşindeyim. Söylemlerin değil, samimiyetin izindeyim. Çünkü bir gün dost, bir
gün düşman olan bir düzenin içinde tek gerçek, halkın sırtına yüklenen ağırlık.
Ve o ağırlığı en iyi, yıllarca omzuna yük yüklenmiş insanlar bilir.
Gidişat… Evet. Aslında
her şeyi o anlatıyor. Ne kadar dönerlerse dönsünler, ne kadar değişirlerse
değişsinler, ne kadar söz verirlerse versinler…
Sonunda bu ülkenin gerçek
sahibi yine biziz.
Bizim hayal
kırıklıklarımız, bizim yorgunluğumuz, bizim sessiz haykırışlarımız… Ben artık o
sessizliğin içindeki çığlığı duyuyorum.
Ve belki de bu yüzden, ne
söylediklerine değil; nasıl yaşadığımıza bakıyorum.
Çünkü sözler uçuyor,
nutuklar kayboluyor, vaatler unutuluyor…
Ama hayatın
gerçeği asla değişmiyor.
Sevgiyle Kalın..

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder