14 Aralık 2025 Pazar

💔 Yaşlılıkta Yalnızlık ve İntihar Riski: Ahmet Misrani Derin'in Trajik Hikayesi


Pencere önünde oturan yaşlı bir adamın silüeti, önde bir kahve fincanı ve gazete başlığı görülüyor. Görsel, emekli öğretmen Ahmet Misrani Derin olayında vurgulanan yaşlılıkta yalnızlık ve sosyal izolasyon riskini simgeliyor.

"Yaptığı Her İyilikte Zarar Gören Adam": Yaşlılıkta Yalnızlık Bizi Nasıl Ölüme Sürüklüyor?

​Ve Yaşlılarımızı Neden Yalnız Bırakıyoruz?

Geçenlerde, kahvemi yudumlarken bir haberlere bakayım dedim ve karşıma çıkan o başlık tüm keyfimi kaçırdı, içimi sarsıp titretti. Elazığ'ın Karakoçan ilçesinde 73 yaşındaki emekli öğretmenimizin, Ahmet Misrani Derin'in (Şair Misrani), kendi mezar taşını hazırlayıp intihar etmesi hepimizi derinden sarsan ve düşündüren bir olaydır. Mezar taşında yazan "Yaptığı her iyilikte zarar gören adam Şair Misrani" ifadesi, bir insanın son anlarında hissettiği derin hayal kırıklığının, yalnızlığın ve belki de vefasızlığın bir özeti gibidir. Bir eğitimci, bir şair, bir iyilikseverin hayatının bu kadar trajik bir sona ulaşması, hepimizi sarsan ve vicdanımızı sorgulatan bu olay, yaşlılarımızın sessizliğe gömülen yalnızlık ve çaresizlik sorununu bir kez daha en acı şekilde gündeme getirmektedir.

💔 Yaşlılıkta Yalnızlık ve İntihar Riski:

​Yaşlılık, hayatın doğal bir döngüsü olsa da, modern yaşamın getirdiği hız ve kopukluk, bu dönemi birçok kişi için zorlu bir hale getirmektedir. Yapılan araştırmalar, yaşlı bireylerde yalnızlık, depresyon, kronik hastalıklar ve sosyal izolasyonun intihar düşüncelerinin en önemli tetikleyicileri olduğunu göstermektedir.

​Kayıplar:

Eş, arkadaş, akraba kayıpları ve emeklilikle gelen statü yitimi, yaşlılarda derin bir boşluk hissi yaratır.

İzolasyon:

Aileden ve toplumdan uzaklaşma, bireyin kendini değersiz ve yük olarak görmesine neden olabilir.

​Değersizlik Hissi:

Emekli öğretmenimizin mezar taşındaki sözleri, iyiliğin bile karşılığını görememenin getirdiği değersizlik ve hayal kırıklığının ne kadar yıkıcı olabileceğinin acı bir kanıtıdır.

🤝 Yalnız Bırakmamak İçin Ne Yapabiliriz?

​Yaşlılarımızın hayatla bağlarını koparmamaları, aksine bu dönemi huzur ve değer görerek geçirmeleri hepimizin sorumluluğundadır.

​Düzenli İletişim ve Ziyaret:

​Sadece özel günlerde değil, düzenli aralıklarla ziyaret edin ve telefonla arayın. "Meşgulüm" mazeretinin ardına sığınmayın. Birkaç dakikanızı ayırmak, onların tüm gününü değiştirebilir.

​Yaşadıkları yere yakın oturmuyorsanız, komşularından veya güvendiğiniz kişilerden düzenli aralıklarla durumlarını kontrol etmelerini rica edin.

​Sosyal Destek Mekanizmaları:

​Yaşlılar için düzenlenen sosyal kulüplere, kurslara veya aktivitelere katılmaları için onları teşvik edin ve destekleyin. Yeni ilgi alanları edinmeleri, yalnızlık hissini azaltacaktır.

Gönüllü kuruluşlar veya yerel yönetimler aracılığıyla sunulan sosyal hizmetlerden faydalanmaları konusunda yardımcı olun.

🏛️ Toplumsal ve Kurumsal Sorumluluk: Devlet ve Yerel Yönetimlere Çağrı:

​Yaşlılarımızın sosyal hayattan kopmaması ve yalnızlık hissinin önüne geçilmesi için bireysel çabalar ne kadar değerliyse, kurumsal ve kamusal destek de o kadar hayati önem taşır. Bu bağlamda, devlete ve yerel yönetimlere büyük sorumluluklar düşmektedir.

​Bu sorumlulukların yerine getirilmesi, daha kapsayıcı ve destekleyici bir toplum inşası için elzemdir:

Sosyal Kulüplerin ve Kursların Sayısının Artırılması:

Yaşlı bireylerin fiziksel ve zihinsel sağlıklarını koruyacak, yeni ilgi alanları edinmelerini sağlayacak sosyal kulüplerin, hobi kurslarının ve kültürel etkinliklerin sayısı artırılmalı, bu alanlara ulaşım kolaylaştırılmalıdır.

Sosyal Hayata Katılımın Teşviki ve Desteklenmesi:

Gönüllü kuruluşlar veya yerel yönetimler aracılığıyla sunulan sosyal hizmetlerden faydalanmaları konusunda yardımcı olunmalıdır. Yaşlılar için düzenlenen sosyal kulüplere, kurslara veya aktivitelere katılmaları teşvik edilmeli ve desteklenmelidir. Yeni ilgi alanları edinmeleri, yalnızlık hissinin azaltılmasında kritik rol oynamaktadır.

​"Yaşlı Dostu" Programların Yaygınlaştırılması:

Yerel yönetimler, yaşlı bireylere yönelik "Evde Destek", "Psikososyal Danışmanlık" ve "Yaşlı Dostu Komşuluk" gibi programları yaygınlaştırmalıdır. Özellikle yalnız yaşayanlar için düzenli kontrol ve destek mekanizmaları oluşturulmalıdır.

Hassasiyet ve Gözlem:

​Yaşlı bireylerde uzun süreli üzüntü, içe kapanma, iştah ve uyku düzensizlikleri gibi depresyon belirtilerine karşı hassas olun.

​"Artık kimseye faydam yok," veya "Yaşamak istemiyorum," gibi ifadeleri asla hafife almayın. Gerektiğinde profesyonel destek almaları için ısrarcı olun.

​Bu topraklarda "Yaşlılar Duası"nın kıymeti büyüktür. Hiçbir öğretmenimizin, babamızın, annemizin, "Yaptığı her iyilikte zarar gören adam" yazısını mezar taşına yazdırmak zorunda kalacağı kadar yalnız ve çaresiz hissetmediği bir toplum dileğiyle...

Unutmayın: Yaşlılık hayatın bir yükü değil, bir tecrübedir; asıl yük, onları yalnız bırakmaktır.

Arzu SEKİN

7 Aralık 2025 Pazar

''Elhamdülillah" Dedikleri Yolculuk: Siyasette İlkesizliğin Bize Yaşattığı Derin Hayal Kırıklığı

Türk siyasetindeki değişkenliği ve güven kaybını yansıtan metaforik sahne: Yorgun bir adam tiyatro sahnesini izlerken, sahnedeki maskeli figürler rollerini değiştiriyor ve duvardaki gazeteler rutubetten dökülüyor. Zemin, parçalanmış güveni temsil ediyor. 

Uzun zamandır bir şeyleri anlamaya çalışıyorum… Belki de yılların yorgunluğu, belki umut kırıklarının ağırlığı, belki de artık kimseye inanmak istemeyen kalbimin sesi bu. Çünkü bu ülkede siyaset, sanki bir tiyatro sahnesi gibi; ışıklar değiştikçe roller, roller değiştikçe taraflar değişiyor. Dün alkışlanan bugün yuhalanıyor, dün düşman ilan edilen bugün sarmaş dolaş oluyor. Bir dostluk, bir düşmanlık… Hepsi bir günde. Hepsi bir anda.

Siyaset yazmak istemiyorum ama ne kadar kaçmak istesem de yaşadığım ülkede olup bitenler sessiz kalmama izin vermiyor. Çünkü bu topraklarda siyaset, insanın evine kadar sızan bir rutubet gibi; görsen rahatsız, görmezden gelsen daha rahatsız…

Dün “asla” dedikleriyle yan yana durdular, bugün “dostuz” dediklerine sırt çevirdiler. Yarın kim bilir kimin kapısında sıraya girecekler? Bir sabah kalkıyoruz, gündem başka; ertesi gün bambaşka. Sanki yağmurun altında un ufak olan bir tebeşir çizgisi gibi… Hangi söze tutunayım, hangisine güveneyim? Düşünüyorum…

Dün düşman ilan ettiklerinin bugün el üstünde tutulmasını, dün yere göğe sığdırılamayanların bugün hedef tahtasına konmasını… Bu kadar keskin dönüşleri izlerken, insan kendini bir girdabın içinde gibi hissediyor. Bir günün sabahı başka, akşamı başka… “Dün feto, bugün apo, yarın papa…” Bu üç kelimelik kurgu, aslında bir dönemin, bir siyasi aklın tutarsızlığını, ilkesizliğini ve belki de en kötüsü, omurgasızlığını haykırıyor. Siyasi iklim, adeta bir meteoroloji istasyonu gibi her gün yeni bir yön tayin ediyor. Bugün dünkü kırmızı çizgisini çiğneyen, yarın daha önce aklının ucundan bile geçirmeyeceği bir figürle masaya oturabiliyor. Bu durum, basit bir politik manevra olmaktan çok, iktidarın zehirli cazibesinin insan ruhunda yarattığı derin bir çöküşün yansımasıdır.

Sanki her şey bir oyun, biz seyirciyiz; sahnedekiler neyi isterse ondan ibaret bir gerçeklikle baş başa bırakılıyoruz. … İnsan, “acaba yarın neye uyanacağım?” diye sormaktan kendini alamıyor.

Ve içimde garip bir his var… Çok derinden, çok sessiz bir yerden gelen bir his. Sanki yıllardır “Elhamdülillah” diyerek çıktıkları yolculuğu, bir gün “Amen” diyerek tamamlayacaklarmış gibi. Çünkü gidişat belli. Çünkü yön belli. Çünkü dünle bugün arasında tutarlılık yoksa, yarın zaten çoktan kaybolmuştur.

Siyaset denen o zorlu ve karmaşık arenayı izlerken, bir vatandaş olarak içimde hem bir hüzün hem bir kızgınlık hem de derin bir hayal kırıklığı büyüyor. İnsan güvenmek ister… En azından sözün bir ağırlığı olsun, duruşun bir bedeli olsun ister. Ama yıllardır aynı döngüyü izledikçe, içimdeki o güven duygusu ufalanıp toprağa karışıyor. Bir siyasi hareketin, yola çıkarken sahip olduğu tüm ahlaki ve etik değerleri, sırf koltuğu muhafaza edebilmek adına feda etmesi ne kadar da acı. "Elhamdülillah" nidalarıyla çıkılan o kutlu yolculuğun, yolun sonunda tüm değerlerden soyunarak, belki de tüm inanç sistemlerine aykırı düşecek bir "Amen" ile son bulacak olması ihtimali, içimizdeki samimiyete vurulan en büyük darbedir. Bu, sadece bir parti politikası değişikliği değil; bu, o harekete gönül veren milyonların saf inancının ve umudunun bir nevi inkârıdır.

Oysa büyük siyasi liderlik, rüzgâr nereden eserse essin, ana rotasını kaybetmeyen deniz feneri gibi olmalıdır. Rota değişebilir, taktikler revize edilebilir; ama siyasi kimliğin ve ahlaki duruşun temelleri asla pazarlık konusu olmamalıdır.

Gelinen bu noktada, gidişatın gösterdiği tek şey var: Siyaset, kendini var eden değerleri tüketmeye devam ediyor. Ve bu tükenişin sonunda, "Amen" ile yapılacak o jübile, iktidarın bir zaferi değil, inancın ve ilkenin politik alandaki hazin bir yenilgisi olacaktır. Geriye sadece, rüzgarla savrulmuş, neye inanacağını bilemeyen, büyük bir hayal kırıklığıyla baş başa kalmış bir toplum kalacaktır.

Ve belki de bu yüzden, siyasetin rüzgârıyla savrulan bu ülkede, ben artık rüzgârın değil, gerçeğin peşindeyim. Söylemlerin değil, samimiyetin izindeyim. Çünkü bir gün dost, bir gün düşman olan bir düzenin içinde tek gerçek, halkın sırtına yüklenen ağırlık. Ve o ağırlığı en iyi, yıllarca omzuna yük yüklenmiş insanlar bilir.

Gidişat… Evet. Aslında her şeyi o anlatıyor. Ne kadar dönerlerse dönsünler, ne kadar değişirlerse değişsinler, ne kadar söz verirlerse versinler…

Sonunda bu ülkenin gerçek sahibi yine biziz.

Bizim hayal kırıklıklarımız, bizim yorgunluğumuz, bizim sessiz haykırışlarımız… Ben artık o sessizliğin içindeki çığlığı duyuyorum.

Ve belki de bu yüzden, ne söylediklerine değil; nasıl yaşadığımıza bakıyorum.

Çünkü sözler uçuyor, nutuklar kayboluyor, vaatler unutuluyor…

Ama hayatın gerçeği asla değişmiyor.

Sevgiyle Kalın..

 

Arzu SEKİN

23 Kasım 2025 Pazar

🕰️ Seksen Yıllık Zarafet ve Siyah-Beyazda Kalan İlk Aşklarım


 Emel Sayın ve Tarık Akan, Yeşilçam filmlerindeki masum ve saf aşkı simgeleyen nostaljik siyah beyaz fotoğraf.

🕰️ Seksen Yıllık Zarafet ve Siyah-Beyazda Kalan İlk Aşklarım

Bugün, sosyal medyada gezinirken Emel Sayın’ın doğum günü olduğunu gördüm. Ekranda bir fotoğraf, bir başlık: "Mavi Boncuk 80 Yaşında! Seksen yaşına girmiş… İyi ki Doğdun Emel Sayın."

Elimdeki telefonu yavaşça indirdim. Bir an duraksadım. Kalbimde anlık bir sıkışma, içimde ince bir sızı... Gözlerimde bir nemlenme... Ve sonra gözlerimde biriken o ilk damla... Yanaklarımdan süzülmesine izin vermeden, ruhum usulca geriye, ta o çocukluk odasına doğru gitti.

İnsan böyle zamanlarda fark etmiyor değil; çocukluğunun bir köşesinde sakladığı her şey, yavaşça elinden tutup geri dönüyor. "Hey gidi günler hey," dedim. Kendi kendime dedim ama sanki içimde biri daha vardı, yıllar öncesinden usulca fısıldayan bir kız çocuğu sesi…Dudaklarımdan dökülen bu sessiz fısıltıyla anladım: Ne çok zaman geçmişti...O zamanlar hayat, siyahın ve beyazın en güzel tonlarından ibaretti sanırım; hele duygularımız şimdikinden kat be kat daha canlı, daha renkliydi.

💖 Mavi Boncuk, Siyah Beyaz Aşk ve İlk Masum Hayaller

📺 20:00'ye Kurulan Bir Kalp

Ben Emel Sayın’a hayrandım. Öyle böyle değil; çocuk aklımla ona benzeyebileceğime dair saf bir inanç taşırdım. Belki bir gün, bir sahnenin ortasında, beyaz bir mikrofonun ucunda, onun gibi gülümseyerek şarkı söyleyebilirdim.

TRT’nin siyah beyaz günlerinde “Bu akşam Emel Sayın konseri var” dendiğinde dünyam aydınlanırdı. O günün gelmesini nefesim daralarak bekler, açılan ekrana gözümü bile kırpmadan bakardım. Sanki ekrandan çıkıp evimize gelecek, saçlarıyla beni okşayıp “Aferin kızım, sen de söyle” diyecekmiş gibi...

Onun mimiklerini taklit eder, ince el hareketlerini çalışırdım. Sesim titrese de vazgeçmezdim. Çocukluk işte… İnsanın kalbi kocaman, kendine inancı saf olur ya; benimki de öyleydi. O yılları düşününce, aklıma hep aynı melodi düşer. Televizyonun üstündeki dantel örtü, etrafa yayılan hafif soba kokusu...

Ve birden o tok, resmi ses:

"Şimdi... Türk Sanat Müziği’nin taçsız kraliçesi, eşsiz sesi, zarif hanımefendisi... Uzun zamandır beklediğiniz o isim! Ve karşınızda: EMEL SAYIN!"

Hemen televizyonun önüne oturur, sırtımı divana yaslardım. Evdeki herkesin konuşması kısılır, nefesler tutulurdu. O bir sanatçıdan daha fazlasıydı; o, benim gelecekteki suretimdi.

Ah, nasıl bir zarafet, nasıl bir duruş!

Büyüklerin "Emel Sayın" dediği o kadının her bir mimiğini ezberlerdim. Şarkı söylerken avucunu kalbine götürüşü, o tok bakışı... İşte o an, o ince, titrek melodi başlardı... İlk şarkının ilk sözleri dökülürdü dudaklarından:

"Nasıl geçti habersiz, o güzelim yıllarım..."

Sanki bütün o hisler, bir kanaldan akıp bana geliyordu. Aynanın karşısına geçer, radyodan dinlediğim şarkıları onun gibi okumaya çalışırdım. "Emel Sayın olacağım," derdim kendi kendime. Bu bir kariyer hedefi değildi; bu, zarafetin ve aşkla şarkı söylemenin ta kendisi olmaktı.

Hey Gidi Günler Hey

Sonra Yeşilçam perdesi açılırdı. Genellikle ona eşlik eden Tarık Akan olurdu… O an, içimdeki küçük kızın kalbinde aşkın ilk çiçeği usulca açardı sanki. Emel Sayın’ı Yeşilçam filmlerinde en çok Tarık Akan’la yan yana severdim. O yeşil yeşil masum buğulu, dürüst bakışları, yüzündeki o temiz gülüş…  İki ismin yan yana gelişi, bende dünyanın en saf, en temiz aşkının hayalini kurdururdu. Hele Emel Sayın’a bir bakışı vardı ki, sanırsınız bütün dertler o an çözülürdü. Onlar kavuşunca, dünya bir tık daha iyi bir yer olurdu sanki.

Şimdi bile Tarık Akan’la oynadığı filmleri her izlediğimde sanki kalbimin zarına hala hafifçe dokunurlar. O filmlerde aşkın kitaplardan değil, insanın ruhundan öğrendiğim bir hali vardı. Saf, temiz, kokusuz bir aşk. Göz göze gelince konuşan, susunca anlaşan, kırılınca inciten ama hep merhametli kalan bir aşk. O filmlerdeki aşk sahneleri, bugünün karmaşık ilişkilerine hiç benzemezdi. Bir elin tutuluşu, utanarak verilen bir çiçek, cam kenarında sessizce bekleyiş…

İşte o anlar, bana aşkın sadece yüksek sesle söylenen sözlerden ibaret olmadığını öğretti. Aşk, bir bakışta saklı kalabilirdi. Ben de o aşkı hayal ettim. Öyle saf, öyle lekesiz, kimsenin bozamadığı bir sığınak gibi. Onların masumiyeti, benim de ruhumu okşardı. O küçücük kalbimde, büyüyeceğim zaman yaşayacağım aşkın hayalini çizerdim. Aşk, tıpkı Tarık Akan gibi dürüst olmalıydı.

İşte bu yüzden, aşkın en derin ve saf hâlinin, sözcüklere gerek duymadan kalpte var olabileceğini onlardan öğrendim; belki de o filmlerin dingin ışığı, bana bir ömrün içinde saklı kalması gereken insan sıcaklığını öğretti. İnsan büyüyünce unuttuğunu sanıyor ama unutmuyor; sadece içindeki küçük kız susuyor. Bugün o küçük kız tekrar konuştu işte. “Biz ne güzel hayaller kurardık,” dedi. “Ne güzeldi o ekranın karşısında gözlerini kocaman açıp aşka inanmak…”

Şimdi geriye dönüp bakınca anlıyorum: O yılların naifliğiyle büyüyen bizler, bu dünyanın sertliğine çarpsak da içimizde hâlâ o saf köşe duruyor. Belki yorulduk, belki kırıldık ama eskiden sevdiklerimizin sesi hâlâ bizi tamir edebiliyor.

Bugün Emel Sayın’ın bir yaş daha aldığını öğrenince yüreğimin titremesi o yüzden. Çünkü o sadece bir sanatçı değildi benim için; çocuk kalbimin masum öğretmeniydi. Aşkın, zarafetin, inceliğin sessizce aktığı bir pınardı. Onu izlerken yüzüme vuran o ışık hâlâ içimde bir yerde yanıyor.

Belki Emel Sayın gibi olamadım, sahnelere çıkmadım. Ama onun gibi bakmayı, Tarık Akan'ın filmlerindeki gibi saf sevmeyi hala deniyorum. Ve şunu biliyorum: O günlerden kalan o duygu, o heyecan, o saf inanç… Hâlâ benim en değerli mirasım.

🕊️ O Günlerin Sessiz Mirası

Şimdi, aradan yıllar geçti. Ne o siyah beyaz televizyon kaldı ne de o dönemin saf sesi. Ama ne zaman Emel Sayın'dan bir şarkı duysam, ne zaman Tarık Akan'ın bir fotoğrafını görsem, içimdeki o küçük kız çocuğu usulca başını kaldırır.

Onların bana öğrettiği zarafet ve temiz kalp, hala içimde bir yerlerde duruyor. Büyüdüm, hayallerim değişti, yollarım bambaşka yerlere saptı. Ama biliyorum ki, o küçük tek odalı evde kurduğum hayaller, benim ruhumu besleyen en önemli kaynaktı.

İnsan, bazen en güzelini, en sade olduğu dönemde öğreniyor.

Ve ne zaman dünya çok gürültülü gelse, gözlerimi kapatır, o siyah beyaz odanın sessizliğine sığınırım. Orada, Mavi Boncuk ve onun dürüst aşığı, benim için hala el ele…

Hey gidi günler hey… İnsan hangi yaşına gelirse gelsin, bazı şeylere dönünce yine çocuk oluveriyor. Ve ne güzel, bazı insanlar hiç yaşlanmıyor.

İyi ki doğdun, iyi ki seninle büyüdüm.

Okuyucuya Son Söz

Sizin de böyle, sizi büyüten siyah beyaz anılarınız var mı?
Hangi ses, hangi bakış sizi alıp o çocukluk günlerine götürüyor?

Sevgiyle Kalın.

Arzu SEKİN

10 Kasım 2025 Pazartesi

10 Kasım: 09:05'te Duran Zaman, 87 Yıldır Yürekte Duran Özlem


 

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün resmi, siyah-beyaz portresi. Atatürk, koyu renk resmi kıyafeti ve kravatıyla ciddi ve kararlı bir ifadeyle ileriye bakmaktadır.Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün resmi, siyah-beyaz portresi. Atatürk, koyu renk resmi kıyafeti ve kravatıyla ciddi ve kararlı bir ifadeyle ileriye bakmaktadır.

Siren sesi çaldığında, her şey bir anda donar.
Zaman susar, nefesler kesilir, kalpler aynı anda bir ritimle atar: özlem.
O an, bir milletin kalbinde sessizce yankılanan o ses, aslında bir veda değil, bir hatırlayıştır. Çünkü Atatürk, sadece bir tarihin içinde değil, bizim yüreğimizin en derin yerinde yaşamaya devam eder.

Her 10 Kasım geldiğinde içim hem hüzünle dolar hem gururla. Bir yanım, “Keşke görseydi bugünleri” derken; diğer yanım “Aslında o hâlâ görüyor” diye fısıldar. Çünkü o sadece bir lider değildi; fikirleriyle, cesaretiyle, insan sevgisiyle yaşamaya devam eden bir ruhtu.

O yüzden ne kadar yıl geçerse geçsin, yüreğimizdeki o büyük hüzünle, her Kasım sabahı aynı duyguyla uyanırız: Bir milletin babasını, bir öğretmenini, bir dostunu ve bir umudunu özler gibi…

Bugün, 10 Kasım... Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ebediyete intikalinin yıl dönümünde anıyoruz. Ancak 10 Kasım, sadece bir yas günü değil; aynı zamanda O’nun bıraktığı muazzam mirası ve vizyonu idrak etme günüdür. Atatürk’ün ileri görüşlülüğünü en net gösteren alanlardan biri ise şüphesiz kadın haklarıdır. O, kadınların toplumdaki yerini, bir ülkenin medeniyet seviyesinin en önemli göstergesi olarak kabul etti. Öyle ki, Cumhuriyet’in ilk yıllarında gerçekleştirilen devrimler, kadını nesne olmaktan çıkarıp, kendi haklarının bilincine varan bir özne yapan köklü bir çağdaşlaşma manifestosuydu.

Atatürk, toplumun ilerlemesini, iki kanat metaforuyla anlatırdı: "Bir toplum, ancak iki kanadıyla uçar." Bu kanatlardan biri eksikse, o toplum yükselemezdi. Bu nedenle Türk kadınının toplumsal yaşamdaki yerini sağlamlaştırmak, O'nun için en hayati reformlardan biriydi. Bu vizyonun ilk ve en temel adımı eğitimde eşitlik oldu. Kız çocuklarının eğitimi önündeki tüm engeller kaldırılarak, kadınların ilim ve fen yolunda ilerlemesinin önü açıldı. Asıl tarihi adımlar ise yasal reformlarla atıldı.

1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanunu, Türk kadınının hukuki varlığını güvence altına alan bir milattı. Bu kanunla kadınlara tek eşlilik, boşanma hakkı, mirasta eşitlik ve mahkemede tanıklık hakkı gibi temel haklar tanındı. Kadın, erkeğiyle aynı hukuki statüye yükseltildi. Ardından gelen siyasi haklar, bu devrimin en çarpıcı kanıtıdır. 1930’da belediye, 1933’te muhtarlık seçimlerine katılma hakkını elde eden Türk kadını, nihayet 1934 yılında Milletvekili Seçme ve Seçilme Hakkı’na kavuştu. Bu devrim, sadece Türkiye için değil, dünya için de tarihi bir ders niteliğindedir. O yıllarda Fransa, İtalya, İsviçre gibi birçok Batı ülkesinde kadınlar henüz siyasi haklara sahip değilken, Türk kadını bu hakkı dünya kamuoyu önünde bir onur belgesi olarak almıştır.

Bugün ülkemin haline bakarım; içim burkulur. Ama sonra bir çocuğun gözünde parlayan ışığı, bir kadının dimdik yürüyüşünü, bir gencin kalbinde hâlâ yanan o ateşi görünce bilirim ki; O hâlâ burada. Her dilde, her yürekte, her doğru insanda.

Atatürk'ün amacı yalnızca kanun çıkarmak değildi; aynı zamanda zihinlerdeki cinsiyetçi duvarları yıkmak, toplumun tüm katmanlarında kadının aktif ve eşit katılımını sağlamaktı. O’nun eşsiz mirası, bugün de bizlere yol göstermektedir. Kadınların iş yaşamında, siyasette, bilimde var olması ve aktif rol alması, O’nun bize emanet ettiği çağdaşlık hedefine ne kadar yaklaştığımızın en önemli göstergesidir. Bizim görevimiz onu sadece anmak değil, yaşatmak. Çünkü Atatürk’ü yaşatmak, özgürlüğü, vicdanı, insanı yaşatmaktır. Ve biz, bunu yaptıkça, o hiçbir zaman ölmeyecek.

Bugün, O'nu anarken, sadece hatırasına saygı duruşunda bulunmakla kalmıyoruz; aynı zamanda bıraktığı en değerli emanet olan eşitlik, özgürlük ve çağdaşlık idealini savunacağımıza dair de yemin ediyoruz. "Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın!" diyen Atamızın izinde, O'nun vizyonunu ilelebet yaşatmak boynumuzun borcudur. Ruhun şad olsun Atam, emanet emin ellerde.

Sonsöz

Sen gittin ama biz hâlâ senin yolundayız, Paşam.
Her sabah doğan güneşin ardında senin ışığını arıyoruz.
Bir çocuk selam verdiğinde, bir kadın kendi ayakları üzerinde durduğunda, bir genç “Benim de bir hayalim var” dediğinde, oradasın.

Bazen rüzgârda bir özlem gibi, bazen bir marşın içinde yankılanan bir ses gibi duyuyoruz seni.
Yokluğunla bile var olmayı başaran tek adamsın sen.
Biz seni yalnızca 10 Kasım’da değil, her gün, her adımda, her umutta yaşıyoruz.

Toprağın değil; gönlün evladı oldun bu milletin.
Ve bu millet seni hiç unutmadı, unutmayacak da.

Sevgiyle kalın..

Arzu SEKİN 


29 Ekim 2025 Çarşamba

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı: Anlamı, Önemi ve Sönmez Karakteri


 

Siyah beyaz, tarihi bir fotoğraf üzerine oturtulmuş, kırmızı renklerin hakim olduğu bir 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı görseli. Fotoğrafta, Kurtuluş Savaşı döneminden halk figürleri (kadınlar, erkekler, çocuklar ve öküz arabasıyla mermi taşıyan bir kadın) kararlı adımlarla ilerlerken görülüyor. Ellerinde ve arka planda Türk bayrakları dalgalanıyor. Sol üst köşede "CUMHURİYETİ BİZ BÖYLE KAZANDIK" yazılı bir pankart taşınıyor. Görselin alt kısmında büyük beyaz harflerle "29 EKİM" ve altında "CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!" yazısı yer alıyor. Görsel, Cumhuriyet'in kuruluş mücadelesini ve halkın birliğini vurgulayan güçlü bir mesaj taşıyor.

29 Ekim: Bir Milletin Yeniden Doğuşu ve En Yüce Erdemi

Bugün, takvim yapraklarının en anlamlı günü. Bugün, yalnızca bir bayram değil; bir milletin zincirlerini kırıp, küllerinden doğuşunun, en kutlu kararının ve bağımsızlık aşkının zirvesidir: 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı. Bu tarih, sadece bir yönetim biçiminin ilanı değil, bir ulusun kaderini kendi elleriyle yeniden yazma iradesinin anıtıdır.

Anlamı: Egemenliğin Saltanata Değil, Vicdanlara Devri

29 Ekim 1923, tarihin derinliklerinden gelen bir sesin, artık yeni bir yüzyılda yankılanışıdır. Asırlardır süregelen, tek bir kişinin iradesine bağlı monarşik sistemden, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu bir düzene geçişin adıdır.

Cumhuriyet; saltanatın gölgesini silip, her vatandaşı devletin yegâne sahibi ve efendisi kılan, hürriyetin kutsal beyannamesidir.

Bu, tek bir kişinin gücünden sıyrılıp, her bir ferdin, eşit haklara sahip bir vatandaş olarak kendi geleceğini belirleme hakkını kazanmasıdır. Atatürk'ün deyişiyle, Cumhuriyet, "fazilet" üzerine kurulu en yüksek yönetim şeklidir. O, yalnızca bir kanun maddesi değil; topyekûn bir zihniyet ve ahlak devrimidir. O gün, artık karar mercii saraylar değil, milletin temsilcilerinin toplandığı Türkiye Büyük Millet Meclisi olmuştur.

Önemi: Kurtuluştan Kuruluşa Giden Muazzam Köprü

Cumhuriyetin ilanı, Milli Mücadele’nin askeri zaferlerinin taçlandığı son ve en kritik adımdır. Birinci Dünya Savaşı’nın yorgunluğu ve işgalin getirdiği umutsuzluk içinde, Türk Milleti, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde, "Ya İstiklal Ya Ölüm" şiarıyla tarihin en onurlu direnişlerinden birini sergilemiştir. Ancak bu mücadele, sadece düşmanı kovmakla yetinmedi; aynı zamanda, yıkılmakta olan bir imparatorluğun enkazından modern, laik ve çağdaş bir devletin temellerini attı.

Cumhuriyet, Türk Milleti'ne yalnızca bağımsızlığını değil, aynı zamanda aydınlanma ve ilerleme yolunu da açmıştır. Harf İnkılabı'ndan eğitime, hukuk reformlarından kadınlara tanınan seçme ve seçilme hakkına kadar atılan her adım, bu yeni yönetimin rehberliğinde gerçekleşmiştir. Cumhuriyet, bizi "hasta adam" etiketinden kurtararak, dünya devletleri arasında saygın bir konuma yükselten, akla ve bilime dayalı çağdaşlaşma projesinin bizzat kendisidir.

 Değeri: Daima Genç ve Dinamik Bir Miras

Cumhuriyet, bize atalarımızdan kalan en değerli mirastır. Onun değeri, bir lütuf değil, milyonların kanı, canı ve ortak iradesiyle kazanılmış olmasından gelir. Bu değer, dört temel sütun üzerinde yükselir:

  1. Milli Egemenlik: Milletin kayıtsız şartsız kendi kaderine hakim olması.
  2. Demokrasi: Seçme ve seçilme hakkıyla bireyin yönetimde söz sahibi olması.
  3. Laiklik: İnanç ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alan, aklı rehber edinen yönetim ilkesi.
  4. Çağdaşlık: Bilim ve fenin ışığında, sürekli ilerlemeyi ve gelişmeyi hedeflemek.

Bu değerler, Türkiye Cumhuriyeti'ni sadece coğrafi bir varlık değil, aynı zamanda evrensel insani değerlerin temsilcisi yapmıştır. Cumhuriyet, daima genç kalabilme gücünü, kendisini kuran azmin sürekliliğinden alır.

Sonuç: Göğsümüzde Taşıdığımız Sorumluluk

Bugün, 29 Ekim'de, bayraklarımızı göklere çekerken hissettiğimiz coşku, sadece geçmişin zaferlerine duyulan bir minnet değildir; aynı zamanda, bu yüce mirası geleceğe taşıma sorumluluğumuzun da ilhamıdır. Cumhuriyet, statik bir yapı değil, her geçen gün yeniden inşa edilmesi gereken dinamik bir idealdir.

O'nu kuran iradeyi anlamak; fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek; adaleti, liyakati ve eşitliği daima yaşatmak, bizim bugünkü en büyük görevimizdir. Türkiye Cumhuriyeti, ebediyen hür, bağımsız ve aydınlık bir geleceğe doğru emin adımlarla yürüyecektir.

Cumhuriyet, bir günde kurulmadı.

Her sabah doğan güneşin sıcaklığında, bir çocuğun gözlerindeki umutta, bir kadının dimdik duruşunda yeniden anlam bulmalı.

Çünkü Cumhuriyet, sadece bir yönetim değil, bir karakterdir.

Bağımsızlık karakteridir, direnç karakteridir, onur karakteridir.

Bugün, Atatürk’ün o mavi gözlerinde parlayan ışığı hatırlayarak, o emanete sarılmak zamanıdır.

Çünkü o ışık sönmedi, sönmeyecek de.

Her 29 Ekim’de bir kez daha dirilen, bir kez daha filizlenen bir ruhtur Cumhuriyet.

Biz yaşadıkça, çocuklarımız öğrendikçe, kadınlar güldükçe, adalet yaşadıkça o ışık yanacak.

İşte tam da bu yüzdendir ki;

Böylesine bir mirasa sahip olmak, sadece bir tarihî bilgi değil, yaşayan bir onurdur. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir ferdi olarak, kendi hür irademle hayatımı şekillendirebiliyorsam, okuyup yazabiliyor, düşünebiliyor, üretebiliyor eleştirel aklımı özgürce kullanabiliyor ve üretebiliyorsam;  çocuklarımızı kendi inançlarımız doğrultusunda büyütüp, onlara özgür bir dünya sunabiliyorsak. Tüm bunlar, o büyük bedelin, o destansı mücadelenin bize armağanıdır.

Bu onurlu vatan toprağında, Cumhuriyetin ışığını koruyup çoğaltan, üreten ve ileriye taşıyan bir fert olmanın derin gururunu taşıyorum. Bu hürriyetin bedelini canlarıyla, kanlarıyla ödeyen, adını tarihe altın harflerle yazdıran isimsiz tüm kadın ve erkek kahramanlara minnettarım. Başımızdaki yol göstericimiz, Başöğretmenimiz Büyük Atatürk'e ise şükranım sonsuzdur.

Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesi, çağdaşlığın güvencesi olarak yeni yaşına girerken; bu kutsal emaneti koruma ve geliştirme sözümüzü bir kez daha yineliyoruz.

Cumhuriyetimizin yeni yaşı hepimize kutlu olsun! 🎈

Yaşasın Cumhuriyet!

Yaşasın özgürlük!

Yaşasın Mustafa Kemal Atatürk!

Arzu SEKİN 

 

19 Ekim 2025 Pazar

HERKES OYUN OYNARKEN BEN KÜTÜPHANEYE KOŞARDIM

Deniz manzaralı Kadıköy-Beşiktaş iskelesi kütüphanesinde, masada kitap, bilgisayar ve kahve eşliğinde yazı yazan bir kadın. Kitapların arasında huzur bulan bir ruhun sessizliği.

Dün, Üsküdar'daki Kitap Fuarı'nın kalabalığına karıştım. Standlar arasında dolaşırken, o binlerce hikâyenin kokusunu içime çektim ve bir an duraksadım. Aklıma okul yıllarım geldi.

Çocukken en huzur bulduğum, sakinleştiğim ve gerçekten mutlu olduğum yer, yatılı okulumuzun kütüphanesiydi. O koca binanın kalbi, benim de sığınağım olmuştu.
Derslerden kalan zamanlarda herkes oyun oynamaya gider, bahçede kahkahalar yankılanırdı.

Ben ise o kalabalıktan uzaklaşıp sessizliğin ve binlerce hikâyenin beklediği o kitapların büyülü dünyasına sığınırdım.
Kütüphanenin o kendine has kokusu, sayfaların hışırtısı ve rafların arasında dolaşırken hissettiğim merak… Hepsi benim için tarifsiz bir huzurdu.

O zamanlar kitap okumak, benim için bir kaçış değil, bir var oluştu. Orası, sadece raflarca kitap yığını değil, aynı zamanda sayfalarda saklı duran sonsuz bir evren, ruhumun nefes aldığı kutsal bir mabetti.

Kemalettin Tuğcu’nun neredeyse tüm kitaplarını, o naif ama sarsıcı çocukluk dramlarını içime sindirerek okudum. Her seferinde başka bir duyguma dokundu o hikâyeler... O denli özümsedim ki, bazılarını, sanki bir sırrı ikinci kez keşfeder gibi, iki defa okudum. Her tekrar, hikâyeyi daha iyi anlamamı sağlar ve derinlik katardı.

Sonra, edebiyatın daha olgun ve düşündürücü sularına yelken açtım. Peyami Safa'nın Sözde Kızlar romanını okuduğumda, sadece bir olay örgüsüne tanıklık etmedim; adeta romanın güçlü kadın karakterinin ruhuna sızdım. Kendimi, aile kavramını, ideal bir kadının duruşunu ve vatan bütünlüğünü önemseyen, onurlu bir mücadelenin tam ortasında buldum. Onunla birlikte düşündüm, onunla birlikte hissettim.

Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu romanını okuduğum an ise tarifi imkânsızdı. Feride'nin o inatçı, mücadeleci, hayatın tüm zorluklarına rağmen onurundan ödün vermeyen yapısı karşısında nutkum tutulmuş, adeta ruhum bedenimden ayrılmıştı. O, benim için bir roman karakterinden öte, zorluklara karşı eğilmez bir duruşun timsali oldu. Kalbimde alevlenen o arzu, o günden bugüne hiç sönmedi: anladım ki, kitaplar yalnızca okunmaz; yaşanır, hissedilir, insanın bir parçası olur.

Arzum basitti: Dünyada ne kadar kitap varsa, hepsinin benim olması, hepsine dokunabilmek, hepsinin hikayesini bilmek istiyordum.

Kütüphaneye gitmek, benim için nefes almak gibiydi. O kapıdan her girişimde başka bir dünyaya adım atar, her çıkışımda geride bıraktığım ben'den daha olgun, daha bilge, biraz daha büyümüş olurdum: sayfalarda gizlenmiş o bilgeliğin yonttuğu yeni bir ben. Kütüphaneye gitmekten asla ve asla vazgeçmedim. O sessiz, hafif küf kokulu, mürekkep ve eski kâğıt kokan eşsiz atmosfer benim sadece sığınağım değil, ruhumun besin kaynağı, zihnimin oksijen deposu oldu.

Yıllar geçti… Okullar, şehirler, hatta hayatımın yolları değişti. Ama kitaplara olan sevgim hiç eksilmedi.
Şimdi ise rotam, hayatımın yeni demir attığı liman: Kadıköy İskelesi'nin üst katındaki o eşsiz kütüphane. Burası denizin tuzlu kokusu, hışırtısı, martıların sesi ve vapur dumanının ruhumla harmanlandığı bir mekân.  Çocukluğumdaki o kutsal sığınağın modern bir devamı… Kitapların sunduğu dinginlik ise benim vazgeçilmezim, yeni durağım ve tükenmez ilham kaynağım.

Bilgisayarımı alıp gidiyorum oraya.
Kitapların arasında kayboluyorum, denizin dalgaları eşliğinde yazıyorum. Bazen geçmişime dönüyorum, bazen geleceğe yazıyorum. Bazen sadece içimden geçenleri bırakıyorum satır aralarına.

Çünkü ben sadece okumuyorum; kitapların arasında kayboluyor, kitapların arasında huzur buluyorum ve binlerce farklı hayat yaşıyorum.
Okurken dünyayı unutuyorum, yazarken bu engin dünyanın ortasında, zihnimde çınlayan fısıltıları, kalbimden yükselen cümleleri yakalayıp kâğıda dökmeye çalışıyorum.

Çünkü biliyorum ki, kelimelerin dünyasında kaybolmak ve kendi kelimelerimi yaratmak, benim bu hayatta ulaştığım en saf, en derin mutluluk ve huzur kaynağımdır.

Ve her defasında, çocukluğumdaki o küçük kızla buluşuyorum: elinde bir kitap, gözlerinde umut, kalbinde sonsuz bir merakla...

Belki de hayat dediğimiz şey budur;
her yaşta kendine yeniden bir kütüphane kurmak,
ve sayfalar arasında kendini bulmaktır.

📚 Son Söz:
Okuma alışkanlığı, insanın ruhuna yapılan en güzel yatırımdır.
Bazen bir kitap, bir dosttan daha iyi anlar seni.
Bir gün deniz kenarında, sessiz bir kütüphanede buluşuruz belki.
Aynı satırda, aynı huzurun içinde…

Sevgiyle Kalın...

Arzu SEKİN 


14 Ekim 2025 Salı

Bugün Hiçbir Şey Yapmadım… ve İlk Kez Gerçekten Huzurluydum

Loş akşam ışığında, pencere kenarında kahve içerek hayatın koşturmacasına karşı duran ve huzuru bulan kadın

“Hayat bazen sadece durabilenleri ödüllendirir.”

Ne yetişmem gereken işler vardı, ne de aklımı yoran planlar. Sadece oturdum, bir fincan kahve içtim ve hayatın bana fısıldadıklarını dinledim. Meğer huzur, hep bu sessizliğin içinde saklıymış.

Mutfağın köşesindeki küçük koltukta oturuyorum. Pencereden dışarı bakıyorum; günün son ışıkları, yorgun bir nefes gibi caddeye süzülüyor. Elimde bir fincan kahve. Zaten biliyorsunuz, bu anların kahvesi başka oluyor. Dumanı usul usul yükseliyor ya, o bile sanki etraftaki her şeyi yavaşlatıyor.

Dışarıda dünya bildiğin gibi, her zamanki gibi aceleyle, koşturmacayla akıp gidiyor. Deli gibi koşturan, sürekli bir yere yetişmeye çalışan, bağıran, çağıran bir dünya insan. Ama ne hikmetse, bütün o gürültü, sanki kapıma kadar geliyor ve orada duruyor. İçeri sızamıyor.

Sanki birileri bütün sesleri kısmış. Bütün o gürültüyü benden uzaklaştırmış, hayatın müziğini açmış.

Derken, içeride bir şey hissediyorum. Ne fırtınanın yorucu öfkesi ne de bir meltemin canlı coşkusu. Sadece hafif bir rüzgâr var. Bir iç esinti. Seni yormayan, sadece varlığını usulca hatırlatan o rüzgâr.

Çünkü içimde, fırtına falan yok. Sadece o hafif rüzgâr var. Çok hafif. O kadar dinlendirici ki, sanki beynimin içinde birikmiş o bütün gereksiz tozları, düşünce artıklarını alıp götürüyor. Sadece seni bırakıyor, yalın halinle. Ve anlıyorsun ki, o, "biraz soluklan" diyen sesin.

Bugün, daha doğrusu bu an, bilinçli olarak hiçbir şey yapmadım. Gerçekten de öyle. Telefonu kenara fırlattım, yarım kalan o bitmek bilmez işleri zihnimden sildim, yarınki planların yükünü sırtımdan attım. Sadece oturdum. Ve nihayet, kendimi serbest bıraktım.

Bana kalırsa, hayatın en büyük tuzaklarından biri, sürekli bir şey yapma zorunluluğu. Başarılı olmak için, değerli olmak için, hatta sadece var olmak için sürekli bir aksiyon bekleniyor sanki. Bir "yapılacaklar listesi" var ve biz, robotlar gibi, o listedeki maddeleri silmek için çabalıyoruz. Yoruluyoruz, düşüyoruz, sonra tekrar kalkıp koşturuyoruz.

Peki ya bir an durup, o listeyi olduğu gibi masanın üstüne bıraksak?

Zaten bütün mesele şurada düğümleniyor: "Bazen hiçbir şey yapmamak, hayata verilmiş en anlamlı cevaptır," işte o tam da bu noktaya parmak basıyor. Bu, tembellik değil. Bu, bir direniş şekli. Bu, hayatın sana sunduğu o devasa gürültüye karşı, içindeki sesi dinleme cesareti.

Oturmak... Sadece olmak. Ne geçmişin pişmanlıklarını düşünmek ne de geleceğin kaygılarını yüklenmek. Sadece o fincandaki sıcaklığı elinde hissetmek, kahvenin kokusunu içine çekmek. Sırtını koltuğa yasladığında hissettiğin o yumuşaklık. Odanın sessizliğinde, kendi kalp atışının sesini duymak. O loş ışıkta, duvarın gölgesini izlemek.

Bu anlarda, zihin bir anda boşalır. O hafif rüzgâr, beynindeki karmaşayı alıp götürür. İşte o sessizlikte, aradığın tüm o "büyük" cevaplar, hiç beklemediğin anda fısıltıyla gelir. Çünkü sürekli meşgulken, hayat sana konuşamaz. Sen ona izin vermezsin.

Bu bir mola değil, bu bir yeniden bağlanma anı. Kendine, ruhuna, o anki sade varlığına dönme şekli. Bir fincan kahve, loş bir akşam ve hafif bir rüzgâr... Bunların hepsi, "Şu an tam ve bütünüm," demenin en samimi yolu.

Hayat, en güzel derslerini, biz hiçbir şey yapmazken öğretiyor. Koşmayı bıraktığımızda, manzaranın güzelliğini fark ediyoruz. Konuşmayı kestiğimizde, gerçekten ne hissettiğimizi duyuyoruz.

Bu yüzden, bırak o liste yarın da orada dursun. Unutma; sen şimdi sadece otur ve var ol. En anlamlı cevap, zaten kalbinden esen o hafif rüzgârda saklı. Peki, senin içinde şu an esen rüzgâr sana ne fısıldıyor? Belki de yeni hikâyen, tam da bu sessizlikte başlıyordur.

Sevgiyle Kalın..

Arzu SEKİN 



 

4 Ekim 2025 Cumartesi

O Teklifler, O Zihniyet!

Kadınlara karşı sınır ihlallerini, nezaket maskeli teklifleri ve reddedilmeyi sindiremeyen zihniyeti gösteren illüstrasyon.

Kadınların nezaketini “davet”, yalnızlığını “açık kapı” sanan o zihniyet… Masumiyet maskesiyle sunulan her teklif, aslında bir sınır ihlalidir.

Kadın olmaktan utandırılmaya çalışıldığınız o anlar... Asıl utanması gereken, o cüreti gösteren zihniyetin ta kendisidir.

Toplum olarak hâlâ aşamadığımız, hatta kimi zaman normalleştirdiğimiz bir gerçek var: Kadınlara yönelen, sözde “masum” ama özünde saygısız tekliflerin ardındaki zihniyet. Bir kadın, yalnız yaşayabilir, bekar olabilir, hatta bir kadın, hayatında kimseyi istemiyor da olabilir. Fakat tüm bunlar, ona yöneltilen “iyi niyetli” görünümlü ama aslında sınır ihlali taşıyan davranışların bahanesi olamaz.

Sözüm ona, bir kahve bahanesiyle başlayan, “akşam yemeği” maskesiyle süslenen, ardından da “bakalım ne olur” diye ucuz bir beklentiye dönüşen bu yaklaşımlar, en hafif tabirle, saygısızlık ve ahlaksızlıktır. Nokta.

Çünkü burada mesele bir teklifin kendisi değil, o teklifin arkasındaki bakış açısıdır. Kadını, kendi yalnızlığının içine sıkışmış, sahipsiz bir varlık gibi gören zihniyet; onu, kendi istekleriyle doldurulacak boş bir alan gibi algılayan bakış… İşte asıl sorun tam da budur.

Ama asıl yakıcı soru şu:
Bu erkekler bu cüreti, bu hadsizliği nereden alıyor?
Kim, ne zaman, hangi akılla bu utanmazlığı meşrulaştırdı?!

Toplumun içinde sessizce büyüyen bir çürümüşlük bu.
Küçük yaşlardan itibaren oğullarına “erkek adam ol” denilerek, kız çocuklarına ise “uslu dur” öğütleri verilerek şekillenen bir düzenin ürünü bu.
Kadına yaklaşmanın bir saygı değil de “hak” olduğunu zanneden bir zihin yapısının eseri.
Birçok erkek, kadına duyduğu ilgiyi “doğal” buluyor; fakat aynı ilgiyi bir kadından gördüğünde ya küçümsüyor ya da korkuyor. Çünkü kendi kurduğu düzenin aynasında çirkinliğini görmek istemiyor.
O aynada, özgüven sandığı şeyin aslında öğretilmiş bir cüret, dayatılmış bir hadsizlik olduğunu fark edemiyor.

REDDEDİLMENİN ÇIPLAK GERÇEKLİĞİ: ISRAR VE ŞİDDET

Ancak daha ağır bir gerçek var: Teklif reddedildiğinde, bazıları gurur yapıp çekilmek yerine, onursuzca ısrarı bir hak olarak görüyor.

Reddi sindiremeyince, bu tavır hızla fiziksel ve psikolojik tacize, tehdide ve şiddete kadar tırmanıyor.

Bu tepki, yalnızca bireysel bir öfke değil; reddedilmeyi kontrolsüz bir güç kaybı olarak gören, empati, sınır bilinci ve sorumluluktan yoksun bir zihniyetin doğrudan yansımasıdır.
Kadına 'hayır' denildiğinde gösterilen bu ısrarcı düşmanlık, yalnızca bireysel güvenliği tehdit etmekle kalmaz; toplum içinde korku ve baskı yaratarak kadınların kamusal alanlardan çekilmesine ve hayatlarının kısıtlanmasına neden olur.

Yüzyıllardır erkeklere, sanki her şeyin kontrolü onlardaymış gibi davranmaları öğretiliyor.
Bu yüzden, kadın susunca söz hakkı yokmuş gibi, sessizliği ise doğrudan rıza olarak sayılıyor.
Oysa kadının sessizliğinin arkasında utanç, korku veya çekingenlik yatarken; bu, onların göz göre göre arzusunun onayı sayılıyor.

Sokakta ıslık çalmak, mesaj atmak, davet etmek bir “hak” gibi görüldü.
Evde, işte, mecliste, hatta sosyal medyada bile kadınların varlığı bir “alan ihlali” gibi algılandı.
Ve böylece, erkek egemen bir toplumun içinden özgüven zannedilen bir cüret, doğallık sanılan bir hadsizlik türedi.

Bugün sokakta yürürken, işyerinde çalışırken, toplu taşımada yanına otururken veya sanal ortamda mesaj atarken; kadınların her an tetikte olmak zorunda kalması boşuna değil.
Çünkü hâlâ “nazik görünerek sınır aşabileceğini” sanan, kendi zihnindeki çarpık kurguları “teklif” diye sunan bir kesim var.

Bir kadına yaklaşmanın yolu, içinde bulunduğu herhangi bir duruma veya yalnızlığını kaşımak değil, insanlığını kavramaktır.
Ne yazık ki, bunu hâlâ idrak edemeyenler var. Sınırları hoyratça aşıp, bunu bir de 'nezaket' maskesiyle örtenler… Kendilerini hâlâ zeki ve cazip sanan o sığ akıllar.

Bir kadına yaklaşmanın yolu, onun yalnızlığına değil, insanlığına dokunabilmekten geçer.
Ama ne yazık ki bunu kavrayamayanlar, kadınların nezaketini “davetiye”, güler yüzünü “yeşil ışık” sanmaya devam ediyor.
Kadının özgürlüğünü, bağımsızlığını, hatta yalnızlığını, kendi arzu ve niyetleri için bir açık kapı zannediyorlar.

Oysa bazı şeylerin altını kalın harflerle çizmek gerekiyor:
• Bazı kadınlar yalnız olabilir, ama asla sahipsiz değildir.
• Bazı kadınlar bekar olabilir, ama asla ucuz değildir.
• Ve bazı kadınlar, sırf nazik diye, sınır çiğneyen her sözü yutmak zorunda değildir.

Her bahçe kapısı herkese açık sananlar yanılır; bazı çiçekler dokunulmazdır.
Bunu anlamak için insan olgunluğuna, gerçek saygıya ve asgari bir vicdana ihtiyaç vardır.

Ve son söz:
Unutmayın: Bir kadının yalnızlığına veya içinde bulunduğu herhangi bir duruma değil, onuruna yaklaşabilecek kadar olgunlaşamadıysanız, hiçbir teklifiniz ‘masum’ değildir. Hiçbiri.

Sevgiyle Kalın.

Arzu SEKİN 

30 Eylül 2025 Salı

KALBİ İYİ OLANIN YOLU NEDEN ZORDUR?

 

Kalbi iyi olanın zorlu yolda tek başına yürümesi ve göğsünden ışık yayan kalp.

Hayatın içinde hepimizin kulağına bazı cümleler çalınır. Öyle süslü laflar, devasa felsefi terimler de değildir hani. Direkt kalbe iner, sanki sizi anlatır. Öylesine söylenmiş gibi duran ama insana ayna tutan o yalın cümleler… Bazen bir sohbetin ortasında, bazen bir film repliğinde, bazen de hiç tanımadığınız birinin sözünde karşınıza çıkar. Düşünürsünüz, “Bu tam da beni anlatıyor” dersiniz.

Son günlerde benim zihnime takılan, kalbime dokunan cümle tam olarak şöyle: “Kalbi iyi olanın yolu zordur.” 

''Ne kadar doğru, değil mi?’’ Hayatın içinde koştururken, bu sözü dönüp dolaşıp aklıma getiriyorum.

İlk duyduğunuzda hafifçe gülümsetiyor belki ama üzerinde biraz düşündüğünüzde, hayatın en yalın gerçeklerinden birine işaret ediyor. Çünkü gerçekten de kalbi temiz olanın, bu dünyada yolculuğu hiçbir zaman kolay olmaz.

Neden mi? Çünkü iyi kalp, saf bir beklenti taşır. Herkesin kendisi gibi dürüst olmasını, yalan söylememesini, arkadan iş çevirmemesini ister. Kendi içinde kötülüğe yer vermediği için, başkasının kötülüğünü de kolay kolay aklına getirmez, görmezden gelir. Başkasının sözüne güvenir, niyetinin temiz olduğuna inanmak ister. Oysa hayat, çoğu zaman bu saf inancı boşa çıkarır, sizi hayal kırıklığına uğratır.

Bireysel Sınav: Kullanılma Korkusu:

Düşünün, bir iş yerindesiniz. Herkes kendi derdinde, hedefler peşinde koşuyor. Sen ise ekip arkadaşının yükünü hafifletmek için fazladan çalışıyorsun. Belki bir projede onun hatasını kapatıyorsun, çünkü biliyorsun ki o da zor durumda. Ama ne oluyor? Patron seni değil, daha kurnaz olanı fark ediyor. Ya da arkadaşın, seni kullanıyor gibi düşünüp arkandan konuşuyor. Çoğumuzun başına gelmedi mi? İyi kalpli olmak bazen yalnız kalmak demek. İnsanlar seni saf sanıyor, oysa sen sadece doğru olanı yapıyorsun.

Üstelik sadece iş hayatında değil, ilişkilerde de aynı. Sevgilinde, eşinde ya da arkadaşında bir sorun gördüğünde, onu düzeltmek için uğraşıyorsun. Empati yapıyorsun, dinliyorsun, fedakârlık ediyorsun. Peki karşılığında ne alıyorsun? Bazen sadece hayal kırıklığı. İnsanlar iyiliğini suistimal edebiliyor. Mesela, bir arkadaşın sürekli senden borç istiyor, sen veriyorsun çünkü ihtiyacı var diyorsun. Ama o, bunu alışkanlık haline getiriyor. Sonra sen "Hayır" dediğinde, bir anda kötü olan sen oluyorsun. Neden? Çünkü kalbin iyi, "Hayır" demeyi bilmiyorsun.

Bu yol zor, çünkü sınır koymak öğrenilmesi gereken bir şey. Ben de öğrendim bunu zamanla. İlk başta her şeye evet diyordum, sonra yoruluyordum. Şimdi düşünüyorum: İyi olmak, kendini korumayı da bilmek demek.

Toplumsal Sınav: Sistemin Çarkları:

Bir de işin toplumsal boyutu var. Haberlerde görüyorsunuz, çevrenizde duyuyorsunuz: İyi kalpli insanlar, dünyayı değiştirmek için uğraşıyor. Gönüllü çalışmalarda, çevre eylemlerinde, yardım kampanyalarında… Ama karşılarında hep aynı duvar var: sistemin çarkları. Mesela, bir öğretmen düşünün. Öğrencilerine gerçekten kalpten bağlı. Ekstra ders veriyor, cebinden kitap alıyor. Ama sınıflar kalabalık, maaş yetersiz, veliler şikâyetçi. O öğretmen yoruluyor, tükeniyor. Ya da bir aktivist hayvan hakları için sokaklara çıkıyor. İnsanlar alkışlıyor, sonra da arkasından “Boş işlerle uğraşıyor” diyorlar.

İyi olmak direnç istiyor. Çünkü dünya hızlı ve bencil bir yer olmuş. Sen yavaşlayıp başkasını düşündüğünde, geride kalıyormuşsun gibi hissediyorsun. Oysa belki de gerçek ilerleme, tam da o yavaşlamanın içinde saklı.

Bireysel zorluklarla toplumun çarkları arasında sıkışan kalp, işte tam burada sınanır.

Bu sınav, kalbi temiz olanı iki ucu keskin bir bıçakla karşı karşıya bırakır. Bir yandan, yalanla ve dolanla çarpışan vicdanı, kendi içindeki "doğru" pusulasıyla dünyanın gri gerçekliği arasında sıkışır. Diğer yandan, başkasının derdini kendi derdi bilen bu kalp, ne "Hayır" demeyi bilir ne de kendini korumayı. Bütün bu karmaşanın ortasında, iyilik bir görev olmaktan çıkar; hem bireysel hem de toplumsal bir direniş biçimine dönüşür.

Peki, bu bir lanet mi? İyi insan olmak bizi bu hayatta hep yara alacak bir zavallı mı yapıyor?

Kesinlikle hayır.

Düşünün, tarih boyunca iyi kalpliler dünyayı değiştirmiş. Gandhi gibi, Mandela gibi, Atatürk gibi… Onların yolu da zordu, ama pes etmemişler. Bizim günlük hayatımızda da aynı. Bir çocuğun gülümsemesi, bir yaşlının duası, bir arkadaşın "Teşekkürler" demesi... Bunlar küçük gibi, ama seni ayakta tutuyor.

İyi olmak, insanı zenginleştiriyor. İçini dolduruyor. Evet, yolda taşlar var, çukurlar var. Düşüyorsun, kalkıyorsun. Ama her kalkışta daha güçlü oluyorsun. Mesela, pandemi zamanını hatırlayın. Bir sürü insan evde kaldı, ama bazıları dışarı çıktı yardım için. Maske dağıttı, yemek taşıdı. Onların da yolu zordu, risk aldılar. Ama toplum olarak onlara minnettarız. Çünkü İyi kalpli olmak, toplumu ayakta tutan şey.

Evet, yolu zordur. Ama o zorlu yolun sonunda, kalbi iyi olanın bambaşka bir zenginliği vardır. O, yalanlarla örülmüş bir dünyada bile başını yastığa koyduğunda vicdanı rahattır. Kırılmış olabilir, üzülmüş olabilir, hatta defalarca hayal kırıklığına uğramış olabilir. Ama asla birinin canını yakmanın ağırlığını taşımaz. O zorluğa katlanmak, ona daha derin bir empati, daha büyük bir ruhsal güç kazandırır.

Zorluk, onun için bir elek görevi görür. Etrafındaki insanları, olayları eler. Ve o yorgun, zorlu yolculuğun sonunda yanında kalan, onu gerçekten anlayan, onun kıymetini bilen az ve öz insanla, huzurlu bir sığınağa ulaşır.

Yani, evet, kalbi iyi olanın yolu zordur. Ama o yolu yürümenin sonunda kazanılan iç huzuru ve kendiyle barışıklık, bu dünyanın hiçbir makamının, hiçbir zenginliğinin veremeyeceği kadar değerlidir.

Zorluğun kıymeti de buradadır zaten. O zorluk, iyi kalbi hem incitir hem de çelikleştirir. Ve sonunda, o çelikleşmiş ama hala pırıl pırıl parlayan kalp, bu karanlık dünyada bir deniz feneri gibi ışık saçar.

Belki de sırf bu yüzden, bu zorlu yoldan dönmemek gerekir.

Yol zor diye, yürümekten vazgeçme. Belki yavaş gidersin, belki yaralanırsın. Ama artık biliyorsun ki, bazı yerlerde "hayır" demeyi bilirsen, sınırları çizersen, o yara izleri seni daha da güçlendirir. Vardığın yer, paha biçilmez bir iç huzurdur.

Evet, kalbi iyi olanın yolu zordur. Ama unutma: O zor yol, insanı en çok büyüten, en çok insan yapan yoldur. Çünkü bu dünyada en değerli şey, bütün fırtınalara rağmen kalbinin iyiliğini kaybetmemektir. Gerisi zaten gelip geçiyor.

Sevgiyle Kalın.

Arzu SEKİN 

 

💔 Yaşlılıkta Yalnızlık ve İntihar Riski: Ahmet Misrani Derin'in Trajik Hikayesi

"Yaptığı Her İyilikte Zarar Gören Adam": Yaşlılıkta Yalnızlık Bizi Nasıl Ölüme Sürüklüyor? ​Ve Yaşlılarımızı Neden Yalnız Bırakı...