30 Ağustos 2025 Cumartesi

KAÇ BAHAR DAHA

 

Hayatın o incecik akışında, geride ne bıraktığımız sorusuyla yüzleşiyoruz. Maddi olanın geçiciliğine inat, bu görseldeki gibi, iyilik tohumlarımız 'kalplerin meşalesi' olarak parlar. Bir elden diğerine geçen bu ışık, kelebek etkisiyle çoğalarak insanlığın ortak hafızasına işlenir. En büyük mirasımız, bir ruha dokunabildiğimiz o anlardır.

İnsan ömrü bir sayaç gibi işliyor. Her doğan güneş, eksilen bir gün demek. Zaman dediğimiz şey, ince ince damlayan bir su gibi avuçlarımızdan kayıyor. Tutmaya çalışsak da bir yerlerden sızıyor, gidiyor işte. Kaç bahar daha göreceğimi bilmiyorum. Kaç sayfa daha çeviririm, kaç yeni cümle düşer aklıma, kaç insana dokunur kalbim, kaç yolda yitip gider ayak izlerim… Bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: 

İnsan, geride ne bıraktığıyla hatırlanır. Ve bu 'geride kalanlar,' sadece somut varlıklar değil, aynı zamanda ruhumuza işlenmiş izlerdir. Bu izler, belki de bir kelebek etkisi gibi yayılır; bir dokunuş, bir söz, yıllar sonra hiç tanımadığımız birinin kararını etkileyebilir, bir zincir gibi nesilleri birbirine bağlayabilir. Zamanın akışında, bu manevi miras, maddi olandan çok daha kalıcıdır, çünkü ruhlar arasında dolaşır ve nesiller boyu yankılanır.

Peki, bunca koşuşturma içinde esas mesele ne? Mal, mülk, mevki? Bugün var, yarın yok. Tertemiz niyetlerle, alın teriyle kurduğumuz düzen bile bir gün başkasına kalıyor. Çocukluk anılarımızı saklayan evler başkalarına kiralanıyor, yıllarca yürüdüğümüz yollar tanımadığımız ayak izleriyle doluyor. Adımız tabelalardan, hafızalardan silinince geriye ne kalacak? Belki bir sokak arasında duyulan eski bir kahkaha, bir defterin kenarına iliştirilmiş not, bir çocuğun zihninde kalan sıcak bir dokunuş… Ya da en önemlisi, bir başkasının hayatında açtığımız 

"iyilik tohumları" Bu tohumlar, bizden sonra yeşeren bir orman gibi, belki de en büyük mirasımızdır. Bir iyilik, dalga dalga yayılarak hiç tanımadığımız insanların hikâyelerine dokunur ve bu orman, sadece bireysel hayatları değil, insanlığın ortak hafızasını bile şekillendirebilir. Çünkü en kalıcı iz, bir ruha dokunabilmektir.

Ama işte tam da bu yüzden, zamanın ellerimizden kayıp gitmesine izin vermemek gerek. Bugün, şu an, aldığımız nefesin kıymetini bilmek gerek. Sürekli geçmişin pişmanlıkları ve geleceğin belirsizliği arasında sıkışıp kalmadan, içinde bulunduğumuz anın tadını çıkarmak… Bir bardak çayın buğusunda, sevdiğimiz bir şarkının tınısında, gökyüzüne başımızı kaldırıp baktığımız o anlık hayranlıkta, hayatın sunduğu küçük mutlulukları fark etmek… Bu küçük anlar, aslında evrenin bize fısıldadığı sırlar gibidir; bir anlık huzur, tüm varoluşla bağlantı kurduğumuz bir kapı açar. Çünkü hayat sadece anılardan ibaret değil, aynı zamanda şu anda yaşanıyor. Ve belki de en büyük miras, ardımızdan bırakacağımız güzel hatıralardan önce, bugün kendimize ve etrafımızdaki insanlara verdiğimiz mutluluk. Bu mutluluk, sadece bir anı süslemez; aynı zamanda içimizdeki ışığı yeniden yakar ve bu ışık, başkalarına da umut olarak yansır.

Bir gün, arkamdan “İyi bilirdik.” desinler isterim. Ama içi boş bir gelenek gibi değil, gerçekten iyi bildikleri için. Vicdanı rahat, iyiliği şiar edinmiş, adalet duygusunu kaybetmemiş biri olarak hatırlanmak isterim. Çünkü insan ne kadar yaşadığıyla değil, nasıl yaşadığıyla anılır. Her seçimimiz, her sözümüz, her bakışımız, kendimize ve dünyaya karşı bir duruş sergiler. Önemli olan, bu duruşun dürüstlük, merhamet ve sevgi üzerine kurulu olmasıdır. Bu duruş, sadece başkalarına değil, aynı zamanda kendi ruhumuza çizdiğimiz bir portredir; her bir kararımız, içimizdeki tuvale bir fırça darbesi ekler. Yaşam, yalnızca bir varoluş değil, bir duruş sanatıdır. Ve bu sanat, kusurlarıyla güzeldir; çünkü dürüstlük, merhamet ve sevgi, en kusurlu anlarımızda bile bizi insan kılan değerlerdir.

Kaç kere düştüğümüzü, kaç kere hüzünle tanıştığımızı saymıyor hayat. Ama bir çiçeği kaç kere suladığımızı, kaç insana içten bir tebessüm ettiğimizi, kaç gönülde iz bıraktığımızı hatırlıyor. Ve günün sonunda, geriye yalnızca bunlar kalıyor. Bu izler, birer pusula gibi, bizden sonra gelenlere doğru yolu gösterir. Bu pusulalar, sadece yön göstermekle kalmaz; aynı zamanda insanlığın ortak yolculuğunda birer işaret taşı olur, karanlıkta yolunu kaybedenlere rehberlik eder. Her tebessüm, her küçük iyilik, zamanın ötesinde bir zincirin halkasıdır; bu halkalar, nesiller boyu birbirine bağlanarak insanlığın hikayesini yeniden yazar.

Ama bir şey daha var: Umut. Yaşanan her şeyin ardında, geleceğe dair bir ışık saklı. Bize düşen, bu ışığı taşımak, yeni nesillere umut bırakmak. Bir çocuğun gözlerine bakıp, onun hayallerine ortak olmak, iyiliğin, doğruluğun ve sevginin bir miras gibi aktarılmasını sağlamak. Çünkü dünya değişir, nesiller değişir, ama kalplerde yeşeren iyilik hep kalır. Bu iyilik, aslında hiç sönmeyen bir meşale gibidir; birinden diğerine geçer, karanlıkta yolumuzu aydınlatır. Bu meşale, sadece bireylerin değil, insanlığın ortak ruhunun bir yansımasıdır; her umut kıvılcımı, evrenin sonsuzluğunda bir yıldız gibi parlar.

Belki de hayat dediğimiz şey, birilerinin kalbine ince bir sızı, bir gülümseme ya da güzel bir hatıra bırakabilmekten ibaret. Kim bilir, belki de insan sadece bu yüzden yaşar… Belki de en büyük zafer, kendimizi değil, bir başkasını güldürebilmmektir. Ve bu gülümseme, zamanın ötesinde bir köprü kurar, çünkü sevginin dili evrenseldir ve her çağda, her kalpte aynı şarkıyı söyler. 

Sevgiyle Kalın..

Arzu SEKİN 

 

23 Ağustos 2025 Cumartesi

DÜN ÖVDÜĞÜNE BUGÜN SÖVENLER


Menfaat Uğruna Eğilenler: Güç kimdeyse, onlar o yöne bükülür. Omurgasızlık, bir kariyer meselesi değildir; bir karakter meselesidir.


Hayatta değişmeyen bazı gerçekler vardır. Onlardan biri de menfaat uğruna eğilip bükülenlerin hiç eksik olmamasıdır.

Adına ister yalakalık deyin, ister taklacılık… Özünde değişmeyen tek şey vardır: Omurgasızlıktır.

Yaş ilerledikçe daha iyi anlıyor insan: Yalakalar her dönem iktidar çevresinde hep var olmuşlar. 

Dün Demirel’in, Özal’ın, Erbakan’ın, Ecevit’in, Türkeş’in çevresinde nasıl yağcılar, taklacılar, dalkavuklar varsa; bugün de farklı isimlerin çevresinde aynı türden figüranları görüyoruz. Oyun da aynı, oyuncular da.

Kimi zaman ellerinde çiçeklerle poz verenler, kimi zaman liderin gölgesine sığınanlar, kimi zaman da, sorgulamadan “haklısınız efendim”  “emredersiniz efendim” diyenler… Her dönemde var oldular, her dönemde kendilerine yer açmayı başardılar.    

Bugün övgülerin de bağlılıkların da sahici olmadığı bir çağdayız. Dün yere göğe sığdıramadıklarını, bugün yerin dibine sokulduğunu görmek artık olağan hale geldi. Çünkü onların sadakati kişiye değil, güce. Bu durum, onlar için bir yaşam biçimine dönüşmüş, adeta ahlaklarına işlemiştir. Rüzgâr nereden eserse, yüzlerini oraya dönüyorlar!

Aslında bir noktadan sonra isimlerin bir önemi kalmıyor. Lider değişiyor, dönem değişiyor, iktidar değişiyor ama yalakalığın biçimi hep aynı kalıyor. Eğilmek, bükülmek, şakşak yapmak, alkış tutmak… Hepsi aynı ezberin farklı varyasyonları.

Ve ne gariptir ki, omurgasızlık bu ülkede hiçbir dönemde işsiz kalmıyor.

Aslında bu bir “tutarsızlık” değil; tam tersine bir “hayatta kalma stratejisi.”

Çünkü omurgalı olmak bedel ödemeyi, yalnız kalmayı, hatta kaybetmeyi göze almak demektir. Oysa eğilip bükülmek çok daha kolaydır.

Bazıları için en sağlam yatırım aracı banka hesabı değil, doğru kişiye zamanında övgü yağdırmaktır.

Bu “mesleğin” incelikleri de var:
– Dün söylediklerini bugün unutabilmek.
– Yüzünü her koşula göre esnetebilmek.
– Noktalama işaretleri gibi kıvrılabilmek: virgül gibi eğilmek, ünlem gibi zıplamak, soru işareti gibi bükülmek…

Toplum olarak biz de bu tiyatroyu izliyoruz. Bir gün methiyeler düzülen yüzlerin, ertesi gün aynı kişiye küfürler savurduğunu görmekten bıktık.

Çünkü biliyoruz: Ortada fikir yok, sadece menfaat var.

Üstelik yönetenler de bu yalakalardan faydalanır. Menfaati için eğilen, yine menfaati için doğrulur. Küçük kırıntılarla beslenir, varlığını sürdürür.

Ama unutulan bir şey var: Omurgasızlıkla yükselebilirsiniz, fakat tepede kalabilmek için sürekli eğilip bükülmeniz gerekir.

İnsan bedeni belki bunu kaldırır, ama insan onuru kaldırmaz.

Düşünmüyor değilim...Belki bir gün üniversitelerde “Yalakalık ve Taklacılık Fakültesi” açılır. Müfredatta dersler hazır:

Yalakalığın Tarihi
– İleri Seviye Taklalar
– Şakşakçılıkta Beden Dili
– Omurgasızlıkta Kariyer Planlaması

Ve bölüm başkanı tabii ki her dönemin en kıdemli yanardöneri olur.

Ama gerçek şu: Menfaat uğruna eğilip bükülmek günü kurtarır, ömrü değil.

Onur kaybının faturası ise hiçbir makamla, hiçbir mevkiiyle ödenmez.

Sevgiyle kalın.

Arzu SEKİN 



16 Ağustos 2025 Cumartesi

BIRAKIN DA YAŞAYALIM !

 

Koşarken unuttuğumuz hayatın, sadece ayakta kalma mücadelesinin ve kaybolan hayallerimizin bir sembolüdür. Yorgun bedenler, dönen çarkta sonsuz bir koşuda sıkışıp kalmışken, uzaklardaki renkli ufukta insanca bir yaşamın hayalini fısıldıyor. O ufukta umut var mı? Koşuyor muyuz, yaşıyor muyuz? İşte tüm bu sorular, bu görselin ta kendisi.

İnsanca Bir Yaşam Sadece Bir Hayal mi?

Bizim hikâyemiz, nefes almakla yaşamak arasına sıkışıp kalmış bir kuşağın hikâyesidir. Günler, aylar ve yıllar birbirini kovalarken, hayatlarımızın sadece bir geçim mücadelesine indirgendiğini görüyoruz. Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan ve karanlıkta biten bitmek bilmez bir koşu bu. Ne bir durağı var, ne de bir mola yeri.

Hayallerimiz, sokak lambalarının altında biriken yorgunluk gibi her geçen gün biraz daha sönüyor. Bir tiyatro oyununa gitmek, bir kafede dostlarla vakit geçirmek veya sadece bir pazar sabahı uzun uzadıya uyumak... Tüm bunlar, ulaşılması imkânsız birer lüks haline geldi. Bizi biz yapan tüm o hevesler, hobiler ve tutkular, bitmek bilmeyen bu mesainin altında eziliyor. Gözlerimiz, artık sadece faturaların, kiraların ve market etiketlerinin rakamlarına odaklanmış durumda.

"Şükret" diyerek bizi bu duruma razı etmeye çalışanlar var. Oysa bize “şükret” diyenler, aslında temel bir insan hakkından feragat etmemizi istiyor. Bir bireyin sadece var olmak için değil, aynı zamanda onurlu ve keyifli bir yaşam sürmek için de doğduğu gerçeğini göz ardı ediyorlar. Bu bir sitem değil, haklı bir itirazdır. Çünkü biz, sadece bir çarkın dişlisi değil, bu ülkenin temelini oluşturan, alın teriyle yaşayan insanlarız.

Avrupa'da asgari ücretle çalışan bir birey, sadece ay sonunu düşünmüyor; ailesiyle tatile çıkabiliyor, sosyal hayata katılabiliyor ve geleceği için küçük de olsa planlar yapabiliyor. Orada, devlet vatandaşının hayatını kolaylaştırmak için var. Bizde ise durum tam tersi. Birey, devlete rağmen ayakta durmaya, yaşamaya çalışıyor. Bizim 18.00'den sonra başlayan "özel hayatımız" yok, bitmeyen bir yorgunluğumuz var.

Bu düzenin çarkında ezilmekten yorulduk. Sessiz kalmayı reddediyoruz. Çünkü biliyoruz ki, insanca yaşamak lüks değil, en temel hakkımızdır. Geleceğe dair umudumuzu kaybetmedik. Bu bir sitem değil, bir hak bildirgesidir. Bir kere geldiğimiz bu dünyaya, onurumuzla, emeğimizle ve hayallerimizle yaşamak istiyoruz. Ve bu hak için durup dinlenmeden, yılmadan mücadele edeceğiz.

 Sevgiyle Kalın..

Arzu SEKİN 

 

İnsanca Yaşamak Neden Lüks Bu Ülkede

 

İnsanca bir yaşam için mücadele eden bir figürün sembolik çizimi.

Yorgunluk birikiyor, umut eksiliyor… ama yine de yaşıyoruz. Buna yaşamak deniyorsa… Sıkışıp kaldığımız bu döngüye bakınca hep aynı soru zihnimi kemiriyor: Hayatlarımız ne zaman hayat olmaktan çıktı? Sabah uyan, işe git, eve dön, uykunu yatağa bırak ve sonra tekrar başa sar. Bu döngü, hayatı sadece bir geçinme mücadelesine indirgemedi mi?

Ne zaman "yaşam" kelimesiyle "yaşamak" fiilini karıştırdık biz? Ne zaman bir nefes almak bile lüks oldu? Hafta sonu izni ne zaman sadece ev temizliğine, çamaşıra, market kuyruğuna sıkıştırıldı? Artık hayal kuramıyoruz. Çünkü gerçekler boğuyor bizi. Trafikte geçen iki saatlik yol, bir kafede oturmayı özleten kira fiyatları ve bir tiyatro bileti bile alamayacak kadar küçülen maaşlar… Biz yalnızca çalışmıyoruz, hayatın altında eziliyoruz. En çok da ruhumuz eziliyor. Bizi biz yapan tüm o hevesler, hobiler, tutkular yorgunluk tünelinde birer birer kayboluyor. Akşam eve döndüğümüzde, en basit hobimize bile enerjimiz kalmıyor. Sadece sessizlik istiyoruz, sadece boşluğa bakmak. Çünkü zihnimiz de, bedenimiz de mesai bitiminde bile dinlenemiyor.

Sadece maddi olarak değil, sosyal olarak da yoksullaşıyoruz. Bir kafede oturup dostlarla sohbet etmenin maliyeti o kadar yükseldi ki, sanal dünyalara hapsolduk. Gerçek hayattaki sosyalleşme giderek azaldı, yerini sosyal medyada izlenen mükemmel hayatlara duyulan bir özlem aldı. Ekranlarda gülerek tatil yapanları izlerken, kendi dört duvarımıza daha da sıkışıp kalıyoruz. Komşuluklar, dostluklar, küçük mutluluklar, hepsi birer lüks haline geldi. Oysa hepimiz hayatın canlılığını hissetmek, paylaşmak, dokunmak istiyoruz. Dışarıdaki dünya bizi içine çekmek yerine, kapılarını yüzümüze kapatıyor gibi.

"Şükret, haline razı ol." derler bazen. Oysa bu söylem, hayatı daha iyi yaşamayı hak ettiğimiz gerçeğini göz ardı ediyor. Çünkü hak ediyoruz. Biz sabahları uykusuz kalkıp işe gidenleriz. Çocuklarımızın gözünden umudu silmemek için savaşanlarız. Bu ülkenin emekçileriyiz. Ve sadece geçinmek değil, yaşamak da bizim hakkımız. Bir kafede kahve içmeyi, gülerek tiyatrodan çıkmayı, tatil yapmayı, bir pazar sabahı sadece uzanmayı, hiçbir şey düşünmeden yürüyüşe çıkmayı biz de istiyoruz. Bunlar lüks değil. Bunlar hayatın ta kendisi.

Ancak burası Türkiye. Burada asgari ücret, bırakın insanca bir yaşamı, asgari bir geçimi bile sağlamıyor. Bir asgariücretin tek başına bir evin kirasını bile karşılamadığı bir dönemdeyiz. Hâl böyleyken, yalnız yaşayanlar zaten tek maaşla ayakta kalamıyor. Çoğu zaman iki asgari ücretin toplamı bile, çekirdek ailelerin kirayı, faturaları ve temel gıda masraflarını karşılamaya yetmiyor.

Avrupa'da insanlar sabah işe giderken "Bugün ne yesem, ne yapsam?" diye plan yaparken, biz hâlâ faturalar ve kiralar arasında bir denge kurmaya çalışıyor, yaşamın değil, sadece ayakta kalmanın mücadelesini veriyoruz. Almanya, Hollanda ve Danimarka gibi ülkelerde asgari ücretle çalışan biri, yılda bir kez tatile gider, sinemaya, tiyatroya ve restorana ayda birkaç kez uğrar. Saat 18.00'de işi biter, akşam kendi hayatına başlar. Bizdeyse, 18.00 bir şeyin bitişi değil, bitmeyen mesai beklentileri ve gözdağı veren işverenler yüzünden yeni bir yorgunluğun başlangıcıdır.

Üstelik bu yorgunluk sadece bugüne ait değil. Gelecek kaygısı da omuzlarımızda bir yük. Emekli olunca rahat edeceğimiz hayali, bir emeklilik maaşıyla bile zor geçineceğimiz gerçeğiyle yerle bir oluyor. Çocuklarımızın geleceği için biriktirmek, bir ev almak, bir araba sahibi olmak... Tüm bu hayaller, sadece birer fısıltıdan ibaret kaldı. Alın terinin kutsallığından bahsedilirken, o alın terinin artık kirayı bile karşılamaması büyük bir çelişki değil mi? Toplumun çarkları arasında birer dişli gibi öğütülüyoruz. Her yeni gün, dün biriktirdiğimiz umudu yiyor. Yarın ne olacağımızı bilmemek, en az bugünün zorluğu kadar yoruyor bizi.

Bizim suçumuz ne? Bu ülkede doğmak mı? Çalışmak mı? Susmak mı?

Artık yeter. Artık konuşacağız. Artık yazacağız. Artık hatırlatıyoruz: Bir kere geliyoruz bu dünyaya. İnsanca yaşamak istiyoruz. Ve bu hak için durup dinlenmeden, yılmadan mücadele edeceğiz. Çünkü bu bizim hakkımız ve sadece biz değil, bizden sonra gelen nesiller de bu hakkı hak ediyor

Sevgiyle Kalın...

Arzu Sekin 


9 Ağustos 2025 Cumartesi

HER KAPI KENDİ HİKAYESİNİ FISILDAR



Her çatlağında geçmişin izlerini taşıyan bu taş duvarlar, yılların sessiz tanıkları gibi duruyor. Ahşabının her bir çizgisi, unutulmuş hikâyeler fısıldıyor. Kapının üzerinde nazlı nazlı süzülen perde, içeride yaşanmış anıların bir habercisi sanki. Bu eski kapı, yorgun ama dimdik ayakta; zamana meydan okuyan bir dost gibi. Onun ardında kim bilir hangi sevinçler saklı, hangi hüzünler gizli… İşte tam da bu yüzden, her eski kapıya baktığımda, sadece bir yapı değil; yaşayan bir tarihin, unutulmaz bir yaşamın kapısını aralar gibi hissediyorum

Gittiğim şehirlerde kalabalığın değil, sessizliğin izini sürer, yolumu hep şehrin en eski dokusunun olduğu, kaldırımları ve taşları yorgun sokaklara düşürürüm. En çok da kapılar ilgimi çeker. Fotoğraf makinemi elime alıp eski kapıların önünde durduğumda, zamanın kapı aralığından sızan hikâyelerini ararım. Çünkü bu kapılar, bana hep geçmişin yaşanmış, suskun tanıkları gibi gelir. Bu yüzden arayışım, sadece yüzeyde değil; o derin yaşanmışlıkta saklıdır.

Ben, modern dünyanın kimliksiz, aynı kalıptan çıkmış kapılarını değil; ahşabına yıllar sinmiş, kulpu avuçlarda parlayarak cilalanmış, boyası dökülmüş, köşesi örümcek ağlarıyla kaplanmış ama her bir kusuruyla yaşanmışlık kokan o eski kapıların peşindeyim. Aradığım, ne metalin soğukluğu ne de gösterişli bir tasarım. Aradığım şey, o kapılarda saklı olan, bir zamanlar hayatın nabzını tutmuş yaşanmışlığın ta kendisidir. Çünkü kapılar, yalnızca açılıp kapanan birer eşik değil; kimi zaman bir başlangıcın, kimi zaman da bir vedanın sessiz tanıklarıdır. 

Hayatımızın en önemli anları, genellikle bir kapı eşiğinde yaşanır. Sadece bir eşik değil, hayatımızın aynasıdırlar da. Bazen içimizdeki coşkunun dışa vurduğu bir gülümseme, bazen de bir fırtınanın ardından kapanan bir acı gibi… Aslında her kapı, sadece bir mekânın değil, gönlümüzün de eşiğidir. Kimi zaman sevgiyle sonuna kadar açarız o kapıyı, kimi zamansa korkuyla, öfkeyle sıkı sıkıya kapatırız. O kapıların ardı, bizi saklayan, kendimizi güvende hissettiğimiz yerlerimizdir. Ne de olsa bir zamanlar, kapıların ardı kadar güvenliydi dışarısı da. Komşularla kapı eşiğinde demlenen sohbetler vardı, yüreklerin kapıları ardına kadar açıktı. Ama şimdi o kapılarda kilitler var, ruhlarımızı da birer kale gibi korumaya aldığımız...

Bugünün kapılarında, önümüzde birer robot gibi açılıp kapanan, o ruhsuz metal eşiklerinde o eski zamanların görkemi ve kendine has duruşu yok. Oysa bir zamanlar, bir avluya açılan tahta kapılar vardı; pirinçten tokmakları her çalındığında, etrafa bir müzik gibi gıcırtı yayan. Kapılara bakmak, aslında insanlara bakmak gibidir. Her ikisi de bir hayata, bir yaşanmışlığa açılır. O eski, yorgun eşiklerden kaç hayat geçti, kim bilir? O kapı hangi sevinçli haberlerle ardına kadar açıldı, hangi hüzünlü vedalarla yavaşça kapandı? O merdivenlerden hangi ayaklar telaşla indi, hangi ayaklar yorgunlukla çıktı?  O basamaklarda bir zamanlar koşan çocukların izleri… Bir kapının tokmağı ve kolu, ne çok şeyi sessizce anlatır aslında. Hangi müjdeli haberi vermek için sabırsız bir el tarafından defalarca çalındı? Ya da hangi acı haberi saklamak için, üzüntüyle tutuldu o kapı kolu;  açılmaya cesaret edilemedi...

Ve işte bu yüzden, kapılar bana her zaman gizemli gelmiştir. Bazen durup, o kapının ardındaki yaşamları, saklı hikâyeleri hayal ederim. O an fark ederim ki bir kapı, sadece bir girişi işaret etmiyor; ardında nice hikâye saklıyor. Kim bilir, bu kapı içeridekini dışarıdaki tehlikelerden mi koruyor, yoksa dışarıdaki hayatı içeride hapsedilen bir ruhun meraklı gözlerinden mi? Böyle düşününce hayatımızda kapıların ne kadar önemli olduğunu hiç düşündürüyor mu?  Ya da "O kapıyı çarpıp çıkmasaydım, hayatım tamamen başka bir yöne gitseydi, ben yine ben olur muydum?" diye... Bir kapı eşiğinde verilen kararların, tüm bir tüm bir hayatı nasıl değiştirdiğini hiç merak etmedik mi?


Ve işte bu nedenle, kapılar çocukluğumuzun en büyük çelişkilerinden biri olarak hafızamızda yer eder. Bazen özgürlüğe açılan kanatlar, bazen de eve kapatılmanın acımasız nesneleriydi. Kapı önleri, top koşturduğumuz, saklambaç oynadığımız oyun alanlarımızdı. Kapının arkası ise bazen bir kızgınlığın, bazense bir azarın sığınağı… Çocukken verdiğimiz o büyük önem, büyüdükçe yerini kayıtsızlığa bırakıyor. Bir zamanlar, kapı önleri komşularla edilen kısa ama samimi sohbetlerin, sokağın her sesinin duyulduğu yerlerken; şimdi ne o eski sokaklar kaldı ne de o kapı önü sohbetleri… Artık demirden apartman kapılarımız var. Ne komşumuzu tanıyoruz ne de o kapıya ait hissediyoruz kendimizi…

Bir kapının önü... Orası, evimizden çıkıp dünyaya attığımız o ilk adımdır. Bizi komşulara, arkadaşlara, yaramazlığa, okula ya da işe götüren o ilk eşiktir. Bir düşünün, kapı önünde neler yoktur ki? Komşular, sokakların bitmek bilmeyen sesi, satıcılar, çocuklar, arabalar, sucular, insanlar, bakkal, gökyüzü köpekler, binalar, kediler ve kediler... Kapı önü, gecenin sessizliğine, sabahın telaşına, günün telaşına ve akşamın huzuruna açılan ilk perdedir. Kapı önleri, sevgiliye kavuşmanın heyecanı ve ayrılığın acısı değil midir aynı zamanda?


Her kapıya baktığımda, anılar denizi gibi bir sisin ardından bana göz kırpan başka bir kapıyı görürüm sanki.  Her kapı, kendi hikâyesini fısıldar; kimi demir parmaklıklarıyla bir sırrı saklarken, kimi örümcek ağlarıyla unutulmuşluğu anlatır. Kimi küçücük bir anahtara bağlıdır, kimi büyük bir asma kilitle mühürlenmiştir. Kimi taze boyanmış bir umut gibidir, kiminin boyası ise zamanla solmuş bir anı... Bir ömür boyunca içinden geçtiğimiz ya da önünden yürüdüğümüz bu kapıların hesabını kim tutabilir ki? Oysa her biri, iç dünyamıza giden yolda birer dönemeçtir. Hayatımız, kendimize açılan sayısız kapıdan oluşur. Ve biz, o kapılardan geçerken, aslında her defasında kendimizin yeni bir parçasını keşfederiz.

Hayatımız, önümüzde açılan ve kapanan sayısız kapıyla dolu. Kendi ellerimizle kapattığımız ne çok kapı, yüzümüze kapanan ne çok kapı… Her yol ayrımında, bizi bekleyen birkaç kapı belirir. Ve biz, o kapılardan birini seçmek zorundayız. Seçeriz birini ve o kapının ardındaki akıntı bizi, götürdüğü hayata sürükler. Geriye dönüp bakmaya çoğunlukla cesaret edemeyiz. Ama bir kapı vardır ki, bütün bu kapıların sonunda herkesi bekler. Ve o kapıdan geçerken, ne bir seçme şansımız ne de bir tereddüdümüz olur. Herkes oradan geçer ve gider. Ve o kapının ardından ne bir ses gelir, ne de bir haber…

Sevgiyle Kalın...

Arzu SEKİN 

2 Ağustos 2025 Cumartesi

BİR DURAK ERKEN İNDİM

Güneşli bir havada, etrafındaki modern binaların arasında kalan, kahverengi, yıpranmış ahşap bir ev.

Otobüsle her geçtiğimde gözüm hep ona takılıyor. Şehrin o modern, camdan binalarının, bitmek bilmeyen inşaatlarının arasında dimdik duran, kahverengi bir ahşap ev. Her görüşümde aklıma, Kemalettin Tuğcu'nun o hüzünlü ama umut dolu dünyası geliyor. Sanki o hikayelerin birinden çıkmış, zamana inat orada kalmış gibi… Bu ev, bana, hayatın en büyük hikayelerinin aslında en sakin köşelerde saklı olduğunu anlatıyor sanki...

Ve belki de en çok bu yüzden… Sanki zaman, o kapıdan içeriye hiç girememiş, kapının önünde durup beklemiş gibi. Ne zaman görsem, içimde bir yer sızlıyor. O ev, bir masalın sonu, bir anının başlangıcı gibi.

Bugün, dayanamadım. Bir durak erken indim ve sokağın başına yürüdüm. Evin tam karşısında durdum. Tıpkı bir zamanlar, annemin masallarını dinlerken gözlerimi açtığım gibi, onun her bir tahtasını, her bir penceresini inceledim. Telefonumu çıkarıp fotoğrafını çektim, bu anı da diğer anılarımın yanına koymak için. Pencere camları o kadar kirli ki, içeriyi seçmek imkansız. Ama yine de o camın ardında bir hayat, bir aşk, bir ayrılık fısıltısı olduğunu biliyorum.

Aklıma çocukken dinlediğim o eski şarkılar geldi. Hani o şarkılar ki, nakaratında hep bir vapur sesi, bir ayrılık, bir kavuşma olurdu. O şarkıların hissini, o evin renginde buldum. Sanki yıllar boyunca bu evde, o şarkılar çalınmış ve sesleri ahşaba sinmişti.

Şimdi bu ev, dışarıdaki modern dünyaya yabancı, suskun bir tanık gibi duruyor.  Dışarıda trafik, korna sesleri, koşturan insanlar… İçeride ise sessiz, kim bilir hangi rüyalara tanıklık eden bir geçmiş var. Evin önünden geçen bir çocuk, evin eskiliğine şaşırıp parmağıyla gösterdi. Yanındaki annesi, "Eski ev işte," dedi umursamazca. O an içimden, "Eski ev değil, eski bir hikaye," demek geldi. "Hem de senin bilemeyeceğin kadar güzel, acı ve gerçek bir hikaye."

Evin kapısına yaklaştım. Kapının demirinde paslanmış bir tokmak duruyordu. Tokmağa dokunmaya cesaret edemedim. Çünkü biliyordum, o tokmak bir zamanlar bu kapıyı açmış, bir kalbe yuva olmuş, bir hayalin kapısını aralamıştı. Şimdi o tokmak, rüzgarın esintisiyle titreyen, kapının yüzünde paslı bir anı gibi duruyor, artık hiçbir kalbi çağıramayacak kadar suskun ve kırık.

O tokmağın bu sessiz hali, bana benim de unuttuğum bir şeyi hatırlattı. Hayatın büyük olaylardan değil, küçük anlardan ibaret olduğunu. Bir fincan kahvenin kokusundan, bir camdan süzülen ışıktan, bir eski şarkının nakaratından. Biz bu küçük anları, bu evleri, bu hikâyeleri unuttuğumuzda, hayatımız da o modern binalar gibi tekdüzeleşiyor, ruhsuzlaşıyor.

Eve son bir kez baktım. Orada, o rüzgârla dans eden eski tahtalarda, benim de unutmaya yüz tutmuş hayallerim, yarım kalmış aşklarım, umutlarım vardı sanki. Ve o ev, sessizce bana, o hayallerden vazgeçmememi fısıldıyordu.

Sevgiyle Kalın.

Arzu SEKİN 

 


Bugün Hiçbir Şey Yapmadım… ve İlk Kez Gerçekten Huzurluydum

“Hayat bazen sadece durabilenleri ödüllendirir.” Ne yetişmem gereken işler vardı, ne de aklımı yoran planlar. Sadece oturdum, bir fincan k...