28 Ocak 2025 Salı

Gençlik Hayalleri

Yatılı okul yıllarındaki tiyatro temsilinden bir sahne; genç bir kız hayalleriyle sahnede performans sergiliyor.

Yatılı okulda okumak, hem zor hem de unutulmazdı. O günlere dönüp baktığımda, kazandığım sorumluluk bilincini, kendi işlerimi yapmayı öğrenmenin verdiği özgüveni ve dimdik ayakta durmayı hep o yıllara borçluyum. Okulumuzun müdürü, temsillere büyük önem verirdi. Yarıyıl tatiline girmeden ve dönem sonlarında mutlaka sahneye çıkardık. Folklor gösterilerinden korolara, monologlardan skeçlere kadar her temsilde mutlaka yer alırdım.

O yıl okulumuzda bir tesadüf gerçekleşti. İzmir Devlet Tiyatrosu sanatçıları, (Ben böyle hatırlıyorum) kendi oyunlarını sergilemek için okulumuza geldiler. O güne kadar hiç tiyatro oyunu izlememiştim. Onların sahneye çıkışını, o profesyonel duruşlarını ve sahneyi nasıl doldurduklarını hayranlıkla izledim. Oyun boyunca adeta nefesimi tutmuş, büyülenmiş gibiydim. Bizim temsilimizi izlemek gibi bir planları yoktu ama oyunlarımız denk geldi. Onlarda bizi izleme fırsatı buldular. Ben, askerde yaralanmış bir çocuğun annesini canlandırıyordum. Sahneye elimde mendille, “Âlim âlim, aslan âlim” ağıtını söyleyerek girdim. Rolümü o kadar içselleştirmiştim ki sahnenin ortasında kopan alkışlar beni hem gururlandırdı hem şaşırttı hem de özgüven kazanmamı sağladı. Hem de çok mutlu etti. Oyunumuz bittiğinde kendimi hem hayranlık hem de ilham dolu hissettim. Oyun sonrası kadın oyunculardan biri yanıma geldi ve bana dikkatle baktı ve içten bir şekilde, ''Mutlaka konservatuvar okumalı, oyuncu olmalısın,'' dedi. O sözler içimde bir kıvılcım yaktı, ama çocuk aklımla hemen cevap verdim: “Hayır, ben şarkıcı olacağım!”

O zamanlar en büyük hayalim, bir gün TRT radyo sanatçısı olmaktı. Türk Sanat Müziği’ne tutkuyla bağlıydım ve bu sevgi beni her zaman motive ediyordu. Emel Sayın ise benim idolümdü. Onun zarif ve duygulu yorumları beni başka bir dünyaya götürürdü. Bir gün sahne ışıkları altında, mikrofonu elime alıp şarkılar söylerken izleyicilerin derinden etkilendiğini görmeyi hayal ediyordum. Hele o alkış sesleri...!

İstanbul’a geldikten sonra, hayalime kavuşmak için ilk işim Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin açacağı sınavlara başvurmak oldu. Sınavlara yaklaşık altı yüz kişi başvurmuştu ve sadece otuz kişi kabul edilecekti. İçimde tarif edilemez bir heyecan vardı. Sınav günü yaklaştıkça bu heyecan katlanarak arttı. O gün gelip çattığında, kalbimin neredeyse duracağını hissediyordum.

Sınav için ses perdesi yüksek bir şarkı seçmiştim. Sınav odasına girdiğimde tir tir titriyordum. Elimi, kolumu nereye koyacağımı şaşırmıştım. Tüm bu heyecana rağmen, şarkımı titreyerek de olsa söyleyebildim. Artık geriye sadece sınav sonucunu beklemek kalmıştı. Ancak ne zaman aklıma gelse, kalbim yine duracak gibi oluyordu.

Beklenen o an gelmişti. Sınav sonuçları açıklanmıştı. O zamanlar ne sosyal medya vardı ne de internet. Cep telefonlarının olmadığı günlerde, ankesörlü bir telefondan Üsküdar Musiki Cemiyeti’ni aradım ve sınav sonucumu sordum. Telefonda bana kazandığımı söylediklerinde inanılmaz bir mutluluk yaşadım. Sevinçle çığlık attım gözlerimden sevinç gözyaşları boşaldı ve hemen kardeşimi arayarak bu güzel haberi paylaştım. Kanatlarım olsa havalara bile uçabilirdim.

O an içim içime sığmıyordu. Dünyalar benim olmuştu! Hayalime bir adım daha yaklaşmış, çok zorlu bir sınavdan geçmiş ve o otuz kişi arasına girmeyi başarmıştım. Bu benim için çok büyük bir başarı sınavıydı.

Fakat dersler Salı, Perşembe ve Cumartesi günleriydi ve akşam saat yedide başlıyordu. Ben ise sabah dokuzdan akşam yediye kadar çalışmak zorundaydım. Ders saatlerine yetişemediğim için ne yazık ki eğitimlerim verimli olmadı ve bu durum içimdeki hevesi yavaş yavaş öldürmeye başladı. Büyük bir gayretle ite ite bir buçuk sene devam edebildim ve zor elde ettiğim hayalimi sonunda içim parça parça bırakmak zorunda kaldım.

Çünkü, babamın üstlenmesi gereken sorumluluklar benim omuzlarıma yüklendiği için hayatımızı idame ettirmek adına çalışmak zorundaydım. Yani hayallerimi bir kenara bırakmadım; onları bırakmaya mecbur kaldım. Şarkı söyleyip sahnede olmak en büyük isteğimdi ama hayatın gerçekleri buna izin vermedi. Ben çocuk olamadım, ben hayallerini yaşamak isteyen bir genç kız da olamadım, bir yetişkin de...Ruhum, aklım isyan ediyordu! 

Evet, hayallerim yarım kalmıştı. Hayallerimi yarım bırakmak zorunda kalmak, o hayale dair her şeyi hayatımdan uzaklaştırmama neden oldu. Çünkü her duyduğumda, bir zamanlar düşlerime dokunan Emel Sayın'ın sesi, şimdi ulaşamadığım sahneleri ve yarım kalan rüyalarımı hatırlatıyordu. Sevdiğim şey, ruhumu iyileştirmek yerine daha da kanatan bir yaraya dönüşmüştü. Hayalimden vazgeçmek zorunda kalmanın acısı, sevincime bile gölge düşürmüştü.

Çünkü, çocukluğumda ve gençliğimde hissettiğim o saf heyecan, o tutku, artık içimde yok. Gençken hayallerim beni ayakta tutuyordu. Şimdi ise onları gerçekleştirememenin hüznü, içimde derin bir boşluk bırakıyor. Bu duyguyu nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum, ama sanki geçmişte hissettiğim o ışık tamamen sönmüş gibi.

Eğer bir sonuç çıkarmam gerekiyorsa, geriye dönüp bakınca, o hayaller için çabalarken kazandığım özgüveni ve hayata karşı direncimi görüyorum. Ama bunların yanında, hayallerimi yaşayamadığım için içimde hep bir sızı kaldı. O sızı, bana hayal kurmanın bile ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor. Hayaller yarım kalsa da, yeniden hayal kurmayı denemek, her zaman insana bir umut ışığı sunar. Yoksa hayatla nasıl baş edersin ki...Ben hayal kurmaya devam ettim ama gerçekleştirmeye hiç çalışmadım...Tekrar hayal kırıklığı yaşamaktan korktum belki de.. 

''Hayaller gerçeklerle sınanır; ama her biri ruhumuzda iz bırakır.''

Görüşmek üzere...

Arzu SEKİN 


24 Ocak 2025 Cuma

Türkiye’de İhmallerin ve Denetimsizliğin Bedeli: Her Gün Öldürülüyoruz


Yangında mahsur kalan insanların çaresizliği -Türkiye'deki ihmaller sonucu yaşanan bir otel yangını

Türkiye’de İhmallerin ve Denetimsizliğin Bedeli 

Her Gün Öldürülüyoruz

Biz her gün öldürülüyoruz. Bir otelde, bir depremde, bir maden ocağında ya da okul yolunda… Ama kimse "öldürüldü" demiyor. Hep ''hayatını kaybetti,'' ''yaşamını yitirdi,'' ''bir kazada can verdi'' deniyor. Sanki hayatlarımız, alınması gereken önlemlerin gölgesinde, usulca çekip gitmiş gibi. Hayır, biz kaybolmuyoruz. Öldürülüyoruz. Önemsizlikle, umursamazlıkla, denetimsizlikle.

Türkiye’de her felaket, bir diğerini aratmayacak kadar acı. Hukuksuzluk, adaletsizlik, güvensizlik, kutuplaşma ve denetimsizlik... Çıkarcılık ve liyakatsizlikle birleşen bu çürüme, hepimizi toplu bir yok oluşa sürüklüyor. Yangında mahsur kalanların çaresizliği gibi… Camlardan bağırarak yardım isteyenler, çarşaflara tutunup kurtulmaya çalışanlar… Hepsinin hayatı bir sorumsuzluğun kurbanı oldu. Otel yanıyor, insanlar can pazarında, bazıları kayak yapmaya, tatilini yaşamaya devam ediyor. Bu da, çürümenin başka zirvesi...

Sırbistan’da bir tren kazasında 15 kişi hayatını kaybettiğinde insanlar sokaklara döküldü, iktidar protesto edildi. İspanya’da sel felaketinde 210'dan fazla kişi öldüğünde, insanlar krala çamur atma cesaretini gösterdi. Bizde ise bırakın hesap sormayı kimse üstüne almadığı gibi hesap bile vermiyor. Çünkü biz yangınlar ve maden faciaları arasında "sabır" dileyerek ölümlerimizi izliyoruz.

Geçen gün markette gördüğüm kadın, rafların önünde durup uzun uzun etiketlere baktı. Sonra derin bir nefes alıp elindeki ürünü yerine koyarken, "Yaşamak bu mu? Sadece nefes almak mı?" dedi ve ekledi. ''Aldığım her nefes, sadece hayatta kalmama yarıyor!'' Bu sözler bir tokat gibi çarptı; O an, hepimizin içinde biriken sessiz çığlık gibi geldi bana. Yaşamak yerine hayatta kalmanın ağırlığını hissettirdi.

Evet, biz öldürülüyoruz, çünkü devletsizlik hayatımızın her alanına sinmiş durumda. Sokakta, trafikte, okulda, evde, işte, tatilde… Ve her bir kaybın ardından kaderi suçlayarak acımızı bastırmayı öğreniyoruz. Ama bunlar kader değil. Bunlar, göz göre göre gelen cinayetler.

Eskiden "nefes almakta'' zorlanıyorduk, şimdi ise bu yangında hepimiz ölüyoruz. Türkiye’de her gün öldürülüyoruz. Ve bu cinayetler hiçbir zaman unutulmamalı. Çünkü birilerinin unuttuğu her an, yeni bir trajedinin kapısını aralıyor.

Görüşmek üzere...

Arzu SEKİN

21 Ocak 2025 Salı

İstanbul Boğazında Vapur Keyfi: Çay, Simit ve Martılarla Huzur


İstanbul Boğazı'nda bir vapur yolculuğu sırasında martılara simit atan bir kadın. Tarihi yalıların fonunda İstanbul Boğazı'nda bir vapur ve martılar

İstanbul Boğazında Vapur Keyfi: Çay, Simit ve Martılarla Huzur

Ne zaman canım sıkılsa, kendimi hemen vapura atarım. İstanbul Boğazı’nın eşsiz maviliği, dalgaların sakin ritmi ve vapurun motor sesi, her seferinde beni başka bir dünyaya taşır. O an, kentin koşturmacası, gürültüsü ve yorgunluğu geride kalır. Boğaz’ın havasını derin bir nefesle içime çekmek, ruhuma iyi gelir. Deniz kokusu, burnuma çocukluğumdan hatırladığım o sade huzuru getirir.

Vapurdaki yerimi her zaman cam kenarında seçerim, eğer hava soğuksa. Hava güneşliyse vapurun açık alanında yerimi alırım. Elimde bir simit, yanında ince belli bir bardakta taze demlenmiş çay olur. Çayımın sıcaklığı avuçlarımı ısıtırken, gözlerim dışarıdaki güzelliklere dalar. Boğaz kıyılarında sıralanmış tarihi yalılar, adeta geçmişten bugüne fısıldayan birer hikaye anlatıcısı gibidir. Ahşap dokuları, zarif mimarileri ve ardındaki yemyeşil bahçeler, bana hep masalları hatırlatır.

Boğaz'da Vapurdaki Martılarla Huzur

Martılar ise bu manzaranın vazgeçilmez misafirleridir. Çevremde süzülerek uçuşan martılara simidimden parçalar atarım. Bir parça simidi havada kapışlarını izlerken, özgürlüklerine hayran kalırım. Keşke martılar kadar özgür olabilseydim duygusu geçer. Onların kanat çırparken sanki hiçbir şeyden etkilenmeyen tavırları, özgürlüğün ta kendisi gibi gelir bana. Belki de bu yüzden, her uçuşlarında biraz imrenir, biraz hayranlık, biraz da umutla bakarım onlara.

Boğazın ortasında vapur usulca süzülürken, güneşin sulara yansıyan ışıkları gözlerimi kamaştırır. Göz alabildiğine uzanan bu eşsiz mavilik, insanın zihnini dinlendirir. Dalgaların ritmik sesi ve hafif esen rüzgarın tenime değmesi, adeta Boğaz’ın bana sunduğu bir şifa gibidir.

Vapurun içindeki herkes bu yolculuğu kendi hikayesiyle yaşar. Kimi işine gitmenin telaşı içinde, kimi bir gezginin merakıyla çevreyi izler. Ama bir noktada herkesin ortak noktası vardır: İstanbul’un büyüsü. Bu şehir, karmaşasına rağmen insana her zaman bir kaçış alanı sunar. Ve vapurlar, bu kaçışın en güzel duraklarından biridir.

Eğer bir gün yolunuz İstanbul’a düşerse, Boğaz’ın huzur dolu vapur keyfini mutlaka yaşayın. Simidinizi alın, bir çay söyleyin ve kendinizi bu eşsiz manzaraya bırakın. Boğaz, martılar ve dalgalar size unutulmaz bir huzur sunacaktır.

Görüşmek Üzere...

Arzu SEKİN

16 Ocak 2025 Perşembe

Yoksulluğun Terazisi : Bir Ülkenin adaletsizlikle Mücadelesi.


Yoksulluğun Terazisi : Bir Ülkenin adaletsizlikle Mücadelesi.

Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu tablo, hepimizi aynı soruyla yüzleştiriyor: “Bu işin sonu nereye varacak?” Sokakta yürürken, market raflarına bakarken, faturaları öderken aynı hissi yaşamıyor muyuz? Cebimizdeki para yetmiyor, yetmediği gibi her geçen gün daha da eriyor. Görünürde çıkış yolu yok! Peki, bunun sorumlusu kim? Yıllarca alın terimizle kazandığımız üç kuruşu dahi yetiremeyen biz miyiz? Yoksa masa başında oturup kalem oynatarak “her şey yolunda” masalları anlatanlar mı? Market raflarında her hafta değişen fiyat etiketlerine öfkeyle bakarken, neden bu hale geldiğimizi sormayacak mıyız? Çocuklarımızın geleceğinden çalan, umutlarımızı sömüren kim varsa hepsinden hesap sorulmayacak mı? Enflasyonu makyajlayanlar, gerçekleri saklayanlar, cebimizden çaldıklarını nereye saklıyor? Biz susarsak daha ne kadar dayanabiliriz bu yükün altında? Bu haksız düzen böyle sürüp gitmeyecek, gitmemeli!

*********

Marketlere her hafta aynı endişeyle giriyoruz. “Acaba bu kez fiyatlar ne kadar artmıştır?” diye düşünüyoruz. Eskiden gıda alışverişine çıkmak hayatın doğal bir parçasıydı, şimdi ise adeta bir hesap makinesi savaşı. Temel ihtiyaçlarımızı karşılarken bile sürekli bir tercih yapmak zorunda kalıyoruz: "Yağ mı alayım, süt mü? Ya da her ikisinden de biraz daha mı feragat etmeliyim?"

********

Sonra TÜİK çıkıyor, “Enflasyon düştü!” diyor. Soruyorum size okur, gerçekten düştü mü? Bizim gördüğümüz manzara, çarşı, pazar  bunun tam aksini söylüyor. Hayat pahalılığı, açıklanan verilerle örtbas edilmeye çalışılıyor. Bu düşük gösterilen oranlar yüzünden maaşlarımız eriyor, emeklerimiz hiçe sayılıyor. TÜİK verileri aslında ne yapıyor biliyor musunuz? Halkı daha da yoksullaştıran bir sisteme zemin hazırlıyor.

*********

Hadi biraz daha detaylandırayım. Gelir adaletsizliği… Bu terim bazılarımıza ne kadar uzak görünüyor değil mi? Oysa hayatımızın tam ortasında. Tam da benim hayatımın ortasında. En zengin kesim, varlıklarını artırırken; orta ve alt gelir grubu, hayatta kalma mücadelesi veriyor. Orta gelirli grup kalmadı artık. Çalışanlar, emekliler, işsizler... Herkes aynı yükün altında eziliyor. Ve bu yük, her geçen gün daha da ağırlaşıyor.

*********

Bu sadece ekonomik bir sorun da değil, bu bir vicdan sorunu. İnsanların hayalleri, umutları ellerinden alınıyor. Eskiden çocukları için daha iyi bir gelecek düşleyen anne babalar, bugün onların karnını nasıl doyuracağını düşünüyor. En temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile borçlanmak zorunda kalanlar var. Bu, bir toplumun en büyük çöküşünü temsil ediyor: Umutsuzluk.

**********

Ve burada bitmiyor. Adalet sistemi… Orada işler nasıl mı yürüyor? Aslında yürümüyor. Yolsuzluk ve usulsüzlük iddiaları sıradan bir haber gibi karşımıza çıkıyor. Ama bu iddialar nereye gidiyor? Kocaman bir hiçliğe. Halkın hakkını savunması gereken yargı sistemi, kimin lehine çalışıyor? İşte tam bu noktada hepimiz hayal kırıklığına uğruyoruz.

**********

Ne yazık ki kimse durup halkın sesine kulak vermiyor ve sevmiyor. Vatandaş çaresiz, yorgun ama yılgın değil. Hepimiz biliyoruz ki bir şeylerin değişmesi lazım. Sorunlarımızı görmezden gelenleri susturmanın en etkili yolu, haklarımızı birlikte savunmaktan geçiyor. Yani, bu döngüyü kırmak için artık birlikte hareket etmeliyiz. Demokrasi, halkın sesidir; bu sesi yükseltmek için birlik olmalıyız. Sessiz kalırsak, sustuğumuz her an geleceğimizi de kaybediyoruz. Öncelikle sorunlarımızı açıkça dile getirmekten korkmamalıyız. Sosyal medya platformlarında, meydanlarda, iş yerlerinde, evlerimizde; bulunduğumuz her yerde konuşmalı, sesimizi duyurmalıyız. Demokratik yöntemlerle de hakkımızı aramak için örgütlenmeliyiz. Sendikalara katılmak, toplu hareket etmek, taleplerimizi duyuracak platformlar oluşturmak bir başlangıç olabilir. Sandık geldiğinde ise oylarımızı, çocuklarımızın geleceği için kullanmalıyız. Yalnızca eleştirmekle yetinmek değil, çözüm üretmek ve çözümü talep etmek zorundayız. Çünkü unutmayalım, demokrasi sadece oy vermekle değil, verilen her oyun takipçisi olmakla işler.

**********

Sonuç olarak, TÜİK’in gösterdiği rakamlarla yaşayamayacağımız ortada. O rakamlar bizim soframızı doyurmuyor, faturalarımızı ödemiyor, çocuklarımızın geleceğine ışık tutmuyor. Bu düzenin değişmesi gerekiyor. Hep birlikte, sesimizi daha gür çıkarmanın bir yolunu bulmalıyız. Çünkü bu gidişatı değiştirebilecek tek güç, hâlâ içimizde.

Görüşmek üzere...

Arzu SEKİN

14 Ocak 2025 Salı

VARSIN ÇIKSIN



VARSIN ÇIKSIN

Dönüp baktığımda hayatımdan çıkardığım bazı insanların gidişi hiçbir şeyi değiştirmemiş. Ne eksilmişim, ne fazlalaşmışım. Hayatım aynı ritmiyle akmaya devam etmiş. Bazı insanlar sadece doldurdukları yerle varmış meğer. Gittiklerinde, arkalarında bırakacak bir boşlukları bile olmamış bunu anlıyorsun. Oysa ne çok şey paylaşmışız; beraber yemişiz, içmişiz, gülmüşüz, ağlamışız. İyi günler, kötü günler… Ama bir gün geliyor, yollar ayrılıyor. Ve bu ayrılıklar her zaman sessiz, sakince olmuyor. Bazen suçlamalarla, yanlış anlaşılmalarla, haksızlıklarla bitiyor.

O çok "yakın" sandığınız kişi kendi hatasını görmek yerine sizi suçluyor ve bunu da söylemiyor size. Günah keçisi ilan ediyor ve çekip gidiyor. O an bir şok yaşıyorsunuz. “Nasıl yani? Biz bu kadar yılı böyle mi bitirecektik?” diyorsunuz. İlk zamanlar üzülüyorsunuz, sinirleniyorsunuz, anlam veremiyorsunuz, içinizden lanet bile okuyorsunuz. O kadar anı, o kadar emek var ortada çünkü. Kendi kendinize sorular soruyorsunuz: “Nerede hata yaptım? Acaba bir yanlışım mı oldu?” Gece uykularınız bölünüyor, geçmişi kurcalıyorsunuz. Ama fark ediyorsunuz ki hata sizde değil. Gidişiyle hiçbir şeyi değiştirmeyen biri, zaten kalışıyla da çok bir şey ifade etmemiş.  

Hayatın bana öğrettiği en önemli derslerden biri şu oldu sevgili okur: İnsanlar hatalarını görmek yerine suçlamayı seçiyor. Daha kolaydır. Çünkü, insanın kendiyle yüzleşmesi cesaret ister. Gerçek dost dediğin cesur olmalı, hatalarını yüzüne söylemeli, seni asla bir çırpıda harcamamalı. Ve şunu da fark ediyorum ve soruyorum kendime: Onca yıl yanımda olmuş biri beni gerçekten tanımamışsa; kalbimi, niyetimi, anlamamışsa varsın çıksın hayatımdan. Sahte bir dostluktansa, yalnızlık daha iyi değil midir? Zaten gerçek dost seni anlamaya çalışır, hata yapmışsan bile affetmeyi bilir. Yanlışını söyler ama seni yargılamaz. Ben böyle birine rastlamadım, varsa bana söyleyin. 

Ve düşündüğümde bazı kayıplar, aslında kazançtır diyorum kendime. Ruhum hafifliyor. Hayatımdan çıkan herkes, bana bir şey öğretmiş. Kimi sabretmeyi, kimi sınırlarımı çizmeyi, kimi de değerimi korumayı. Ama bazıları… Gittiler ve arkalarında hiçbir iz bırakmadılar. İşte onların varlığı da yokluğu da aynıymış.

Artık biliyorum ki, eksilenler değil, kalanlar değerli. Hayatım, benim yolculuğum. Yük olmadan, kalbimde gereksiz kırgınlıklar taşımadan yürümeye devam ediyorum. Gerçek dostlar, hayatın en güzel hediyesi. Onlarla yoluma devam ederim. Diğerleri mi? Onların gidişi, bırakın hayatımı değiştirmeyi, düşüncelerimi bile sarsmamış.

Artık şunu da biliyorum :Bazen bir gidiş, size kendinizi hatırlatır. İnsan, hak ettiği yerde, hak ettiği insanlarla olmalı. Hayat her şeyden önce bir denge meselesi. Yanlış insanlarla yükünüz ağırlaşır, doğru insanlarla hafiflersiniz. Ve bazen hafiflemek kaybetmekle başlar. 

O yüzden, içtenlikle diyorum ki: Beni gerçekten anlayacak ve kalbimdeki sevgiyi görebilecek insanlarla yoluma devam etmeliyim.  Hayat kısa, üzülmeye değil, sevdiklerini hak edenlerle yaşamaya değer.

Ve bu yüzden kendinize bir iyilik yapın: Size gerçekten değer verenlerle yürüyün. Geriye kalanlar mı? Varsın çıksın.

Görüşmek üzere...

Arzu SEKİN

9 Ocak 2025 Perşembe

"Bu Dünyanın Anlamsızlığı ve Yolumuza Devam Etmek"

"Bu Dünyanın Anlamsızlığı ve Yolumuza Devam Etmek"

Biliyor musunuz, bazen her şey o kadar anlamsız geliyor ki... Yaşamak dediğimiz şey, bir döngüden ibaret. Sabah kalkıyoruz, işe gidiyoruz, faturalar ödüyoruz, yemek yapıyoruz. Bir gün sağlığımız bozuluyor, diğer gün heveslerimiz kırılıyor. Sürekli bir şeylere yetişme telaşı içinde debelenip duruyoruz. Ama neden? Asıl soruyu sormuyoruz: Bütün bu çaba ne için?

*********

Hayatın büyük bir oyun olduğunu anlamak, aslında özgürleşmenin ilk adımı. Kendimizi bazen öyle bir kaptırıyoruz ki, etrafımızdaki güzellikleri göremiyoruz. Gökyüzüne bakmayı, bir ağacın gölgesinde dinlenmeyi, içtiğimiz suyun tadını hissetmeyi unuttuk. Çünkü sürekli bir yerlere yetişmek zorundayız. Hayatın anlamını ararken, aslında onun anlamsızlığına kapılıyoruz.

**********

Ama şunu fark ettim: Bu dünyanın anlamsızlığını kabullenmek, yolumuza devam etmenin en güzel yolu. Anlam yüklemek, her şeyi kontrol etmeye çalışmak bizi yıpratıyor. Neden bazı şeyleri olduğu gibi kabul etmiyoruz? Neden her düşüşte “Bu da geçer” diyerek ayağa kalkmıyoruz?

**********

Evet, bu dünya anlamsız. Bir gün hepimiz gideceğiz. “Var” sandığımız her şey aslında yok. Sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şey gelip geçici. Ama işte tam da bu yüzden, o anlamsızlığın içinde kendi yolumuzu bulmamız gerekiyor. Çünkü anlamı biz yaratıyoruz. Bir gülümsemeyle, bir dost sohbetiyle, içten edilen bir dua ile.

**********

Hadi bugün yeniden başlayalım. Dünyanın bu anlamsız düzenine inat, yolumuza devam edelim. Daha az dertlenip, daha çok yaşayalım. Kaybetmenin korkusunu bir kenara bırakıp, sahip olduklarımıza şükredelim. Çünkü bu geçici sahnede, anlamı yaratan biziz.

**********

Unutmayın, biz yola devam etmek için buradayız. Anlamsızlık bizi yıldırmasın. Bırak hayat kendi oyununu oynasın, biz sadece yolumuza bakalım. Çünkü sonunda hepimiz aynı yere varacağız.

Görüşmek üzere...

Arzu SEKİN


7 Ocak 2025 Salı

İÇİMDE BİR KIZ KULESİ VAR

İÇİMDE BİR KIZ KULESİ VAR 

Bazı yerler vardır, kendinizi en çıplak haliyle görmenizi sağlar. Herkesin hayranlıkla izlediği ama kimsenin tam olarak anlayamadığı bir yer... İşte benim için Kız Kulesi böyle bir yer. O kuleye her baktığımda, sanki gözlerini denizle buluşturmuş bir kadın görüyorum. Yalnız, güçlü ve dirençli.

Çocukluğumda Kız Kulesi'ne bakarken, onun gibi olmayı hayal ederdim. Hep orada, kendi köklerine sıkıca bağlı, ama yine de özgür. Her akşam ışığını etrafa saçarak “Buradayım!” diyen bir ses. O ışık, bana sanki kendi yolumu bulmam için bir işaret gibiydi. Ama o zamanlar benim sesim fısıltı bile değildi; daha çok, içimde yankılanan ama dışarı çıkamayan bir duyguydu.

Kız Kulesi’nin hikayesini öğrendiğimde, onun da benim gibi bir mücadelesi olduğunu fark ettim. Rivayetler arasında kaybolmuş bir geçmişi vardı; kimileri onu aşk için inşa edilen bir kule olarak anlatır, kimileri ise koruma amacıyla yapılan bir kale. Ama ortak bir nokta vardı: Onu hep yalnız bırakmışlardı. Tıpkı benim çocukluğumda hissettiğim gibi.

Daha ilkokuldayken hayat bana büyük bir sorumluluk yüklemişti. Kardeşlerimle birlikte yatılı okula gönderildiğim gün, çocukluğumun bittiğini hissetmiştim. O yaşta, evimden uzakta, kendi ayaklarımın üzerinde durmayı öğrenmek zorundaydım. Kız Kulesi gibi, bir kalabalığın ortasında yalnızdım. Geceleri herkes uyurken, penceremden dışarı bakar ve onun yalnızlığını hayal ederdim. O koca deniz ortasında dimdik duruyordu; peki ya ben?

Kız Kulesi’nin ışığını hep bir direnişin sembolü olarak gördüm. Deniz ona ne kadar sert dalgalarla çarpsa da, o ışığını söndürmüyordu. Hayat da bana dalgalarını çarpmıştı. Çocukluk hayallerimi elimden almış, vedalarla sınamış, beni erken büyümeye zorlamıştı. Ama onun hikayesinden bir ders çıkardım: Denizin ortasında ışık saçmak için önce ayakta kalmayı öğrenmem gerekiyordu.

O ışık bana her zaman bir yol gösterdi. Onun gibi kendi sesimi bulmam için yalnızlıkla barışmam gerektiğini fark ettim. İnsan bazen en büyük güçlerini, en karanlık anlarında buluyor. Kız Kulesi gibi, ben de ışığımı buldum.

Zamanla, kendi içimdeki direnci fark etmeye başladım. Kız Kulesi’nin ışığı, sanki bana yol gösteren bir fener gibi parlıyordu. O ışık, denizin karanlık yüzeyinden yükseliyor, her dalga, her fırtına ne kadar zorlayıcı olursa olsun, o ışık sönmüyordu. İşte ben de o ışığı içimde taşımaya başladım. Zorluklar ne kadar büyük olursa olsun, ışığımı kaybetmemek için savaştım.

Bugün onun ışığını gördüğümde, bana çocukluğumu, sorumluluklarımı ve o ağır yüklerin altındaki çabalarımı hatırlatıyor. Ama aynı zamanda bir şey daha hatırlatıyor: Yalnızlık bir güç olabilir. Kız Kulesi’nin hikayesi bana, hayatta kimseye ihtiyaç duymadan da kendi ışığını saçabileceğini gösterdi. Şimdi, kendi sesimi bulmuş bir kadın olarak, onun yalnızlığında huzuru, direnişinde cesareti ve ışığında umudu görüyorum.

Görüşmek üzere...

Arzu Sekin

2 Ocak 2025 Perşembe

HAYALLERİN BİTTİĞİ YERDE EMEKLİLİK BAŞLAR


Hayallerin bittiği yerde emeklilik başlar

Sabah uyandım. İlk iş telefona uzandım. Maaş yatmış. Ama öyle bir heyecan falan yok, öyle bir coşku yok, öyle bir sevinç yok. Çünkü ne geleceğini, nereye gideceğini ezbere biliyorum artık. Sadece rakamlar değişiyor, ama hikaye aynı. Değişmeyen tek şey hayatım: Yıllarca çalışmışım, çabalamışım; Sabahları kahvaltı yerine aceleyle içilen çay, öğle aralarında yenen soğuk sandviçler, akşamları iş yorgunluğuyla eve zor atılan adımlar, seni yetersiz görerek yapılan mobingler, giydiğiniz kıyafete bile aşağılayıcı bakışlar...''Belki seneye yaparız diye ötelenenler'' Bunların hepsini neden yaptık? Neden katlandık? Rahat bir emeklilik için, değil mi? 

Hepsi bir gün rahata ereceğimiz için yapıldı. İşte o gün geldi: Emekliyim artık! Ama nerede o hayaller, nerede gerçekler?  Şimdi bırakın rahat bir hayatı, “Ay sonunu nasıl çıkarırım?” derdiyle yeniden mücadele başlıyor. 

Emekli maaşım yattığında ilk hissettiğim şey şu: “Hadi gözün aydın, kirayı zar zor ödedin. Şimdi yaşamak için ne yapacaksın? İşte o an anlıyorsunuz ki emekli olmak, maaş bordrosundan kurtulmak değil; tam aksine, para hesabını yaparken kendinizi matematik profesörüne çevirmek demek.

Biraz hesap yapalım. Diyelim ki maaşınız 15 bin lira. Ama ev kirası 12 bin lira! Elektrik, su, doğal gaz faturalarını hiç hesaba katmadık daha. Markete gidecek cesaretim de kalmıyor. Markete gittiğinizde, "Bu ay protein alma hakkımız dolmuş, sebzelerle idare ederiz artık," diyorsunuz. Alışveriş listesi yazmak bile moral bozucu. Çünkü ne yazsam, “Bu ay gerek yok” diye üstünü çiziyorum. En son “Nefes almayı durdurup doğal gazı kapatsak mı?” diye düşündüm. Sonuçta tasarruf her şeydir, değil mi?

Ve düşündüğümde, bu durum yalnızca cebimizi değil, ruhumuzu da kemiriyor. Kendinizi sorgulamaya başlıyorsunuz: “Yıllarca çalıştım, didindim, bunun için mi?” O kadar yıllık çalışma, emeğe rağmen, sadece hayatta kalmak için uğraşmak zorunda kalıyorum. Emekli olalı bir süre oldu ama galiba rahatlamadım. Yıllarca yavaşça, sessizce birikmiş olan bir yalnızlık ve yetersizlik var içimde. Ve her ayın son haftası geldiğinde, o çaresizlik hissi sizi bir kere daha teslim alıyor. İşte en zoru bu. Yalnızca bir şeylere yetememek değil, bir birey olarak değersizleştiğinizi hissetmek.

Bir gün bir yerde yürürken, herkesin harcadığı paraları görünce aklıma şu geliyor: "Herkes mutlu olmanın, rahatlamanın bir yolunu bulmuş." Ben hala ‘Bir şekilde geçiniriz’ deyip kendimi kandırıyorum." Yalnız olmak ve tüm yükü sırtlamak zor. İnsanın sadece hayatta kalması değil, bir anlamı da olmalı, değil mi?

Ama işte, burada devreye ironi giriyor. Çünkü başka nasıl dayanırsın? Çünkü ağlamamak için gülmekten başka çareniz kalmıyor. Marketin sebze reyonunda, domateslerin fiyatını görünce Altın almayı bıraktım, şimdi domates biriktiriyorum,” diye şaka yapıyorsunuz kendi kendinize. Oysa içten içe biliyorsunuz ki bu şakaların ardında büyük bir kırgınlık ve derin bir acı yatıyor. Ve her şaka, aslında yaşadığımız çaresizliğin sessiz bir çığlığı adeta...

Gece yatağımda, ışıkları kapatıp gözlerimi kapattığımda bir düşünce sarıyor zihnimi:

Nerede yanlış yaptım?

Neden hayatımıza başkaları karar veriyor? 

Bu kadar çalıştım, ama sonunda bu kadar mı olmalıydı?

Bu kadar çalışmak yetmediyse, başka ne yapabilirdim?

Bir ömür boyunca hayalini kurduğumuz o rahat emeklilik, sonunda sadeceidare etme’yle mi sınırlı kalacaktı?

Ama en acısı şu: Kendimi değil, sistemi sorguluyorum. Çünkü biliyorum, mesele benim yeterliliğim değil, sistemin ''adaletsizliği."

Hayat böyle bir şey işte. Şimdi size soruyorum:

Bu düzen değişir mi, yoksa hep böyle mi devam ederiz?

Emekli olmak, yaşlanınca rahat etmek değil miydi?

Bir gün, hak ettiğimiz hayatı yaşayacak mıyız?

Ve en önemlisi: Hayallerimiz, maaşınız kadar küçük mü olmalı?

Bunlar belki de en önemli sorular. Belki cevapları yok bu soruların. Ama sormaktan başka çaremiz yok. Çünkü sormazsak, susarız. Ve belki de değiştirecek tek şey, bu soruları sormaya devam etmek. Çünkü sustukça, yaşamak için elimize geçen her şeyi de kaybediyoruz.

Belki de bir gün, hak ettiğimiz hayatı yaşarız. Ama o güne kadar, gülerek direnmeye devam edeceğiz; başka çare bırakmadılar.


Arzu SEKİN 


Bugün Hiçbir Şey Yapmadım… ve İlk Kez Gerçekten Huzurluydum

“Hayat bazen sadece durabilenleri ödüllendirir.” Ne yetişmem gereken işler vardı, ne de aklımı yoran planlar. Sadece oturdum, bir fincan k...