31 Aralık 2025 Çarşamba

Sisler ve Toprak Arasında: 80’lerin O Yılbaşı Gecesi

 

80’ler nostaljisi: Kerpiç bir köy evinde soba başında yer sofrasına oturan aile, siyah beyaz televizyonda Nesrin Topkapı ve yılbaşı yemeği görseli.

Sisler ve Toprak Arasında: 80’lerin O Yılbaşı Gecesi

Zamanın bugünkü kadar hızlı akmadığı, her anın zihnimize nakış gibi işlendiği yıllardayız. Ya 1983’ün sonuydu ya da 1984’ün başı... Tam yılı seçemiyorum ama o gecenin ruhu dün gibi taze. Yatılı okulun soğuk koridorlarından, katı kurallarından ve gurbet sızısından sıyrılıp sığındığımız tek liman olan evimize, yılbaşı iznine gelmiştik. Kapıdan içeri girdiğimizde annem bizi karşıladı; sıkıca sarıldı, uzun uzun kokumuzu içine çekti. Hiçbir şey diyemedi, sadece gözleri doldu, sesi titredi ve yanaklarından süzülen yaşlarla fısıldadı: "Sizi çok özledim…"

O an anladık ki, biz gelince yuvamız gerçekten ısınmıştı.

Ev dediğimiz; bir giriş ve tüm hayatımızın sığdığı tek bir odadan ibaretti. Hepsi bu.
Samanla yoğrulmuş kerpiç duvarların altında, eskimiş kütüklerin taşıdığı bir tavan…

O kütüklerin arasından zamanın tozu gibi toprak dökülürdü; fareler orada özgürce cirit atar, bazen bir yılanın başı sinsice görünür ve kaybolurdu. Kışın yağmur ve kar yağdığında, sular o kütüklerin arasından süzülüp yerdeki kaplara damla damla dolardı.

Odanın tam ortasında yanan emaye soba, çatırdayarak dışarıdaki soğuğa meydan okurdu. Sobanın üzerinde fokurdayan güğümün sesi, evin içindeki o toprak kokusuna karışırdı. Ama o akşam, odada bambaşka bir koku daha vardı.

Yazın büyük umutlarla aldığımız on civcivden geriye kalan altı horozun hikayesi saklıydı o kokuda. Onları kargaların pençelerinden korumak için ne çok çabalamıştık... Kargalar o masum canları birer birer çalarken içimizde büyüyen o öfke, bugün bile taptaze. Geriye kalan altı tanesi artık büyümüş, serpilmişti. O zamanlar tavuk eti yemek bizim için ulaşılmaz bir lükstü. O yılbaşı gecesi, kalbimiz biraz buruk da olsa, o altı horozdan birini kesmek zorunda kaldık. Annem, tüpün başında yemeği karıştırırken, "Hadi kuzularım, geçin sofraya... Pişti yemeğimiz, mis gibi de koktu; sıcak sıcak afiyetle yiyelim" dediğinde; o tek göz piknik tüpünde pişen pilav üstü tavuk sadece bir yemek değil, bir ödül gibiydi. O kadar lezzetliydi ki aradan onca yıl geçmesine rağmen tadı damağımızda kaldığı için ne o lezzeti bir daha bulabildik ne de o kokuyu unutabildik.

Gözlerimiz ise odanın köşesinde, annemin eski sandığının üzerine kurulmuş olan o siyah beyaz dünyaya kilitlenmişti. Köyde sadece bizde olan o televizyon, sandığın üzerinde adeta bir mücevher gibi parlar, bizi dış dünyaya bağlardı. Tek kanallı bu ekranda, önce yılbaşı eğlencesini izlerdik. Ekranda bütün zarafetiyle Emel Sayın’ın o kadife sesi odaya dolardı:

O kadife sesiyle en sevdiğimiz şarkısına başladığında, odadaki sobanın çıtırtısı bile durulur, hepimiz büyülenmiş gibi ekrana bakardık:

“Kapat gözlerini kimse görmesin

Yalnız benim için bak yeşil yeşil

Gözlerin kimseye ümit vermesin

Yalnız benim için bak yeşil yeşil…”

Biz bu şarkıyla o anın tadını çıkarırken bir yandan da büyük bir sabırla Nesrin Topkapı’yı beklerdik. Nihayet saatler on ikiyi vurduğunda ekranı bir sis bulutu kaplardı. Kardeşim, "Gözükmüyor ki, niye bu kadar sis var?" diye sorduğunda, biz gülümseyerek, "Sırrı orada, öyle izle" derdik.  Nesrin Topkapı, o sislerin içinde bir hayal gibi dans ederdi. Dansını hiçbir zaman net göremezdik, sanki bir sırrı izler gibiydik ama yine de "buna da şükür" derdik. O sisli görüntü, o daracık odadaki en büyük, en hür penceremizdi bizim.

O gece o odada, sevinçle sessizlik yan yana duruyordu. Yatılı okulun gurbetinden sonra evde olmanın huzuru, kaybettiğimiz civcivlerin acısı ve karnımızı doyuran o horozun burukluğu birbirine karışmıştı. Kütüklerin arasından sızan toprağın altında, bir sandık üzerindeki o sihirli kutuya bakarak kurduğumuz hayallerle o yılı geride bıraktık. O gece, kimse bize 'hadi yatağa' demedi, biz de birbirimize doyamadık; belki de o tadı bir daha bulamayışımızın sebebi, o sofradaki eşsiz paylaşımdı.

Bugün takvimler değişti, yıllar aktı, şehirler büyüdü. Evler betonla yükseldi; çocukluğumuzun tavanlarından dökülen toprak artık yalnızca hatıralarda kaldı. Televizyonlar renkli, görüntüler pırıl pırıl; sis yok, parazit yok. Ama garip bir şekilde, her şey bu kadar netken içimiz de bir o kadar bulanık.

Bazen düşünüyorum; o sisli Nesrin Topkapı görüntüsü mü eksikti, yoksa bugün fazlalıklarla kaybettiğimiz şey mi? Belki de o sis, hayata tutunma biçimimizdi. Görmediğimiz halde inanmak, eksik olana rağmen şükredebilmekti.

Şimdi her şey elimizin altında ama o geceki kadar tok hissetmiyoruz. Ne kalbimiz ne ruhumuz…
Yoksulluk bazen sofrada olur, bazen de tam ortasında yaşadığımız bu bollukta.

Ve ben, ne zaman yeni bir yıla girerken durup düşünsem, kendimi yine o tek odada buluyorum. Kütüklerin arasından sızan toprağın altında, sisli bir ekrana bakarken…
O gün öğrendiğim tek şey hâlâ geçerli:
Bazı yıllar, insanın içinden hiç çıkmaz.

Arzu SEKİN

Bu metni ilk kez kişisel blogumda paylaşıyorum.

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sisler ve Toprak Arasında: 80’lerin O Yılbaşı Gecesi

  Sisler ve Toprak Arasında: 80’lerin O Yılbaşı Gecesi Zamanın bugünkü kadar hızlı akmadığı, her anın zihnimize nakış gibi işlendiği yılla...