Sisler ve Toprak
Arasında: 80’lerin O Yılbaşı Gecesi
Zamanın bugünkü kadar
hızlı akmadığı, her anın zihnimize nakış gibi işlendiği yıllardayız. Ya 1983’ün
sonuydu ya da 1984’ün başı... Tam yılı seçemiyorum ama o gecenin ruhu dün gibi
taze. Yatılı okulun soğuk koridorlarından, katı kurallarından ve gurbet
sızısından sıyrılıp sığındığımız tek liman olan evimize, yılbaşı iznine
gelmiştik. Kapıdan içeri girdiğimizde annem bizi karşıladı; sıkıca sarıldı,
uzun uzun kokumuzu içine çekti. Hiçbir şey diyemedi, sadece gözleri doldu, sesi
titredi ve yanaklarından süzülen yaşlarla fısıldadı: "Sizi çok özledim…"
O an anladık ki, biz
gelince yuvamız gerçekten ısınmıştı.
Ev dediğimiz; bir giriş
ve tüm hayatımızın sığdığı tek bir odadan ibaretti. Hepsi bu.
Samanla yoğrulmuş kerpiç duvarların altında, eskimiş kütüklerin taşıdığı bir
tavan…
O kütüklerin arasından zamanın tozu gibi toprak
dökülürdü; fareler orada özgürce cirit atar, bazen bir yılanın başı sinsice
görünür ve kaybolurdu. Kışın yağmur ve kar yağdığında, sular o kütüklerin
arasından süzülüp yerdeki kaplara damla damla dolardı.
Odanın tam ortasında
yanan emaye soba, çatırdayarak dışarıdaki soğuğa meydan okurdu. Sobanın
üzerinde fokurdayan güğümün sesi, evin içindeki o toprak kokusuna karışırdı.
Ama o akşam, odada bambaşka bir koku daha vardı.
Yazın büyük umutlarla
aldığımız on civcivden geriye kalan altı horozun hikayesi saklıydı o kokuda.
Onları kargaların pençelerinden korumak için ne çok çabalamıştık... Kargalar o
masum canları birer birer çalarken içimizde büyüyen o öfke, bugün bile taptaze.
Geriye kalan altı tanesi artık büyümüş, serpilmişti. O zamanlar tavuk eti yemek
bizim için ulaşılmaz bir lükstü. O yılbaşı gecesi, kalbimiz biraz buruk da
olsa, o altı horozdan birini kesmek zorunda kaldık. Annem, tüpün başında yemeği
karıştırırken, "Hadi kuzularım, geçin sofraya... Pişti yemeğimiz, mis
gibi de koktu; sıcak sıcak afiyetle yiyelim" dediğinde; o tek göz
piknik tüpünde pişen pilav üstü tavuk sadece bir yemek değil, bir ödül gibiydi.
O kadar lezzetliydi ki aradan onca yıl geçmesine rağmen tadı damağımızda
kaldığı için ne o lezzeti bir daha bulabildik ne de o kokuyu unutabildik.
Gözlerimiz ise odanın
köşesinde, annemin eski sandığının üzerine kurulmuş olan o siyah beyaz dünyaya
kilitlenmişti. Köyde sadece bizde olan o televizyon, sandığın üzerinde adeta
bir mücevher gibi parlar, bizi dış dünyaya bağlardı. Tek kanallı bu
ekranda, önce yılbaşı eğlencesini izlerdik. Ekranda bütün zarafetiyle Emel
Sayın’ın o kadife sesi odaya dolardı:
O kadife sesiyle en
sevdiğimiz şarkısına başladığında, odadaki sobanın çıtırtısı bile durulur,
hepimiz büyülenmiş gibi ekrana bakardık:
“Kapat gözlerini kimse
görmesin
Yalnız benim için bak
yeşil yeşil
Gözlerin kimseye ümit
vermesin
Yalnız benim için bak
yeşil yeşil…”
Biz bu şarkıyla o anın
tadını çıkarırken bir yandan da büyük bir sabırla Nesrin Topkapı’yı beklerdik. Nihayet
saatler on ikiyi vurduğunda ekranı bir sis bulutu kaplardı. Kardeşim, "Gözükmüyor
ki, niye bu kadar sis var?" diye sorduğunda, biz gülümseyerek, "Sırrı
orada, öyle izle" derdik. Nesrin Topkapı, o sislerin içinde bir hayal
gibi dans ederdi. Dansını hiçbir zaman net göremezdik, sanki bir sırrı izler
gibiydik ama yine de "buna da şükür" derdik. O sisli görüntü, o
daracık odadaki en büyük, en hür penceremizdi bizim.
O gece o odada, sevinçle sessizlik yan yana duruyordu. Yatılı
okulun gurbetinden sonra evde olmanın huzuru, kaybettiğimiz civcivlerin acısı
ve karnımızı doyuran o horozun burukluğu birbirine karışmıştı. Kütüklerin
arasından sızan toprağın altında, bir sandık üzerindeki o sihirli kutuya
bakarak kurduğumuz hayallerle o yılı geride bıraktık. O gece, kimse bize 'hadi
yatağa' demedi, biz de birbirimize doyamadık; belki de o tadı bir daha
bulamayışımızın sebebi, o sofradaki eşsiz paylaşımdı.
Bugün takvimler değişti,
yıllar aktı, şehirler büyüdü. Evler betonla yükseldi; çocukluğumuzun
tavanlarından dökülen toprak artık yalnızca hatıralarda kaldı. Televizyonlar
renkli, görüntüler pırıl pırıl; sis yok, parazit yok. Ama garip bir şekilde,
her şey bu kadar netken içimiz de bir o kadar bulanık.
Bazen düşünüyorum; o
sisli Nesrin Topkapı görüntüsü mü eksikti, yoksa bugün fazlalıklarla
kaybettiğimiz şey mi? Belki de o sis, hayata tutunma biçimimizdi. Görmediğimiz
halde inanmak, eksik olana rağmen şükredebilmekti.
Şimdi her şey elimizin
altında ama o geceki kadar tok hissetmiyoruz. Ne kalbimiz ne ruhumuz…
Yoksulluk bazen sofrada olur, bazen de tam ortasında yaşadığımız bu bollukta.
Ve ben, ne zaman yeni bir
yıla girerken durup düşünsem, kendimi yine o tek odada buluyorum. Kütüklerin
arasından sızan toprağın altında, sisli bir ekrana bakarken…
O gün öğrendiğim tek şey hâlâ geçerli:
Bazı yıllar, insanın içinden hiç çıkmaz.
Bu metni ilk kez kişisel
blogumda paylaşıyorum.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder