İnsanoğlu var olduğundan beri bir arayış içinde. Bu arayışın en temel ve belki de en çetin olanı ise yaşamın anlamını bulma çabası. Felsefeciler, sanatçılar, düşünürler, sıradan insanlar; hepimiz zaman zaman "Ne için geldim bu dünyaya? sorusunu sorarız kendimize. Bu soru, bazen sabahları yataktan kalkmamıza engel olacak kadar ağır gelir. Nefes alıp verişlerin, günün koşturmacalarının, geceye yorgun varışların bir anlamı yokmuş gibi gelir. Sanki bir filmde figüranmışız da repliklerimiz ezber, duygularımız donuktur. Ve işte o zaman, yaşam dayanılmaz bir yüke dönüşür. Tıpkı koca bir geminin pusulasız kalması gibi… Yönsüz kalan bir ruh, denizin ortasında savrulur, dalgaların ortasında kaybolmuş gibi hisseder kendini.
Dayanılmaz Yükten Anlamın Limanına:
Peki, yaşamı dayanılmaz kılan bu anlamsızlık hissi nereden gelir? Bazen rutinlerin boğuculuğundan, her gün aynı döngüye uyanıp nereye gittiğini bilmeden yürümekten, bazen büyük kayıpların boşluğundan, bazen de sadece var olmanın o derin sorgulamasından...kendi ağırlığından.. Hani elimizdeki telefona, önümüzdeki diziye bakarken hissettiğimiz o koca boşluk vardır ya, işte tam da oradan sızar anlamsızlık. İşte tam da bu noktada, bir anlamsızlık çölünde susuz kalmışken, küçük bir vaha gibi belirir anlam. Bu anlam, büyük bir keşif olmak zorunda değildir. Bazen bir çiçeğin açışındaki mucizeyi fark etmek, bazen bir çocuğun gülüşündeki saf sevinci hissetmek, bazen de hiç tanımadığın birine karşılıksız yardım edebilmenin verdiği huzur olabilir. Kimi için bir ideal uğruna mücadele etmek, kimi içinse sadece sevdikleriyle var olmak, bir anlam denizi yaratır. Bu küçücük şeyler, içimizde kocaman bir "anlam" duygusu doğurabilir. Ve anlam, çoğu zaman büyük bir keşif değil, küçük bir fark ediştir.
Vicdanın Fısıltısı ve Yaşamın Anlamı:
Aslında, yaşamın anlamı çoğu zaman dışarıdan bize dayatılan bir şey değil, içimizde yankılanan bir sestir. Vicdanımızın fısıltısı, değer yargılarımız, neye inandığımız ve ne uğruna yaşamak istediğimizle şekillenir. Tıpkı dört duvar arasında yaşayan bir mahkumun zincirlerine rağmen içsel özgürlüğünü koruyabilmesi gibi.. Yaşamın en zorlu koşullarında bile insan, kendi anlamını yaratabilir. Bu bir direniştir aslında. Anlamsızlığa, boşluğa, sıradanlığa karşı bir varoluş isyanı.
“Ben buradayım ve bir anlamım var,” diyebilmenin cesaretidir bu.
Dayanılır Kılan Şey: Amaç.
Bizi hayata bağlayan görünmez ipliklerdir bunlar. Bir annenin çocuğuna duyduğu o tarifsiz sevgi, bir doktorun şifa verdiği hastanın gözlerindeki minnet, bir öğretmenin öğrencisinde fark yarattığını bildiği an… Bunlar, yaşamın anlamsızlık duvarını delen köprülerdir. Gerçek, güçlü, sessiz ama sarsıcı köprüler.
Ve Belki de Asıl Soru:
Sonuçta yaşam, anlamını yitirdiğinde ağırlaşır; ama anlam kazandığında katlanılır hâle gelir.
Belki de yaşamın en büyük mücadelesi, tam da anlamı bulmak, korumak ve unutmamak mücadelesidir. Ve bu mücadelede en güvenilir pusulamız, içimizdeki o dürüst, susmayan, cesur ses: Vicdanımız.
Sonsöz:
Peki o hâlde,
Bu anlam arayışı bizi en çok ne zaman zorluyor dersiniz?
Ve en çok ne zaman hayata tekrar tutunmamızı sağlıyor?..
Görüşmek Üzere...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder