Bazı anılar var, üzerini kaç kat örtmeye çalışsan da, bir yerlerde hep pusuda bekler. Susturursun onları, unuttum sanırsın; ama onlar hep bir köşede, sanki ilk fırsatta yeniden canını yakmak için sabırla beklerler. Derken, öyle bir an gelir ki, hiç beklemediğin bir köşeden, tüm çıplaklığıyla karşına dikilirler. İşte o an, ne olduğunu, neyin acıttığını iliklerine kadar hissedersin. Benim için de o anılardan biri, taa ortaokul yıllarıma ve o matematik derslerine ait. Yatılı okulun o soğuk duvarları arasında geçen zamanları, sanki dünmüş gibi hatırlıyorum; zihnimi bulandıran o formülleri, çözemediğim her soruda içime çöken o ağır hissi... Resmen canım sıkılırdı, mideme ağrılar girerdi.
Bizim bir matematik öğretmenimiz vardı; okul koridorlarında bile gördüğümde elimin ayağımın titrediği biriydi. Sesini duyduğum an içime bir korku düşerdi. Bir de özellikle yaptırdığı, üzeri işlemeli, vernikli, hani şu oklava kalınlığında bir sopası vardı. O sopası hep elinde olurdu. O adam, sadece benim için değil, hepimiz için bir kabusun beden bulmuş haliydi. Suçlu olsun ya da olmasın, çocukları o sopasıyla dövdüğü zaman okul inlerdi, sesler koridorlarda yankılanırdı. Biz ne kadar acı çekersek, o sanki daha da hırslanır, daha çok döverdi. Sanki canımız yandıkça, onun hızı artardı.
Bunlardan biri de bendim. Her derste mutlaka beni tahtaya kaldırır, yapamayınca da tüm arkadaşlarımın içinde beni bayıltana kadar döverdi. Avuçlarım morarana kadar vururdu. Hızını alamaz, bacaklarımın arka boşluğuna vurur, ben de acıdan yere yığılırdım. O anlarda, canımın yanması mı daha çok acıtıyordu, yoksa arkadaşlarımın önünde düştüğüm o zillet dolu durum mu, tam hatırlamıyorum. Ama sanırım daha çok hatırladığım, ya da belki de hep hatırlatıldığı için içimde kalan, o anki düştüğüm durum ve hala içimin kanadığıydı.. Bir hafta ateşler içinde yattığımı bile hiç unutmam. O kadar canım yanmıştı ki...
Biz zaten ailemizden uzaktaydık, o kimsesiz çocuklardık. Yatılı okulun dört duvarı arasında, sevgiye ve ilgiye bu kadar muhtaçken, bir de öğretmen şiddetine maruz kalıyorduk. Ne okula olan güvenim kalıyordu, ne sevgim... Derslere karşı da tüm ilgim kaybolup gidiyordu. Hele matematikten... Resmen nefret ediyordum. Kendimi matematiği yapamadığım için geri zekalı hissediyordum. Bu durumdan öyle utanıyordum ki... sanki benim bir kusurummuş gibi.
Oysa bir öğretmenin görevi öğretmekti, değil mi? Bilgiyi aktarmaktı, sevdirmekti. Dayakla eğitmek değildi asla! Hem herkes matematik öğrenmek zorunda da değil ki, başarılı olmak zorunda da değil... Öğretmen dersini verir, öğrenen öğrenir, öğrenemeyene de not verilir, puan verilir. Ama asla dayak değil! Bu kadar net. Bir çocuğun zihnine nefreti kazımak değil, sevgiyi ekmekti aslolan.
Üniversiteye geldiğimde, o ortaokul travmasından kalan bir şartlanmayla, matematik dersinde kesin kalacağımı kendime baştan söylemiştim. O kadar kabullenmiştim yani bu "matematik özürlü" halimi. Ama içimdeki bir ses, sanırım en sonunda beni rahatsız etti ve bunun nedenini o zamanki hocama anlatmaya karar verdim. Dinledi beni, tüm o yaşadıklarımı sabırla...Onun desteğiyle, matematiğe yeniden, farklı bir gözle bakmaya başladım Tüm bu ilgi ve destekle birlikte fark ettim ki, ben geri zekalı değildim, aksine sadece doğru anlatılmayı bekleyen bir zekaya sahiptim! Gayet de iyi matematik çözdüğümün farkına vardık birlikte. Yıllar sonra o korkunç kabuk kırılmıştı içimde, o içimdeki düğüm çözülmüştü sanki.
Bu farkındalık, sadece matematiğe olan bakışımı değil, hayatın geneline ve insanlara olan bakışımı da değiştirdi. Anladım ki, bir insanın, özellikle de bir çocuğun hayatında, bir "öğretmen" sıfatını taşıyan birinin ne kadar büyük bir etkisi var. Bizi ya kanatlandırırlar, ya da kanatlarımızı kırarlar. Bizi ya cesaretlendirirler, ya da içimizdeki o en değerli hevesi söndürürler. O öğretmenden nefret ettim, ama o nefretim aslında benim zekama değil, onun uyguladığı şiddete yönelikmiş.
Öğrenmek, sadece bilgiyi zihne doldurmak değilmiş. Öğrenmek, sevmekle, merak etmekle, güven duymakla başlarmış. Ve ben o yıllarda, bunların hiçbirini bulamamışım. Ama şimdi biliyorum ki, o "yetersiz" çocuk, aslında sadece yanlış bir rüzgarla karşılaşmış, yanlış bir rotaya sürüklenmiş. Asla yetersiz değilmiş, sadece doğru yönü bulamamış. Ve bu gerçek, beni yıllar sonra bile olsa, o ağır yükten, o haksız etiketlerden kurtardı.
Ve şimdi biliyorum; bir çocuk bazen sadece bir öğretmenin elinde ya çiçek açar, ya da solup gider. Umarım her öğretmen, elindeki en kıymetli cevherin bir çocuğun geleceği olduğunu hatırlar ve o cevhere sevgiyle, anlayışla yaklaşır. Çünkü ektiğiniz her tohumun, bir çocuğun kaderi olduğunu asla unutmayın; bilgiyi değil, ruhları sevginizle ve sabrınızla yeşertin.
Görüşmek üzere..
Arzu SEKİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder