Her mevsimin kendine has bir cazibesi, bir
güzelliği vardır. Kimisi baharın taze yeşiline vurulur, kimisi yazın sıcak ve
uzun günlerine, kimisi de kışın sessiz ve saf beyazlığına. Ama hiçbir mevsim, sonbaharın o eşsiz, o gizemli ve bir
o kadar da hüzünlü büyüsünü barındıramaz içinde. Sonbahar, doğanın bütün hünerini sergilediği,
sanki bir ressamın paletindeki bütün renkleri cömertçe kullandığı bir
mevsimdir.
Sanki doğa, vedalaşmadan
önce en güzel giysilerini giyer. Ağaçların
yaprakları, sarının en canlı tonundan, turuncunun en parlağına, kırmızının en
iddialısına kadar bin bir renge bürünür. Rüzgâr, bir zamanlar hayat
dolu bu yaprakları nazikçe dallarından koparıp yere serer. Yerde, bir
zamanların neşeli yaprakları, şimdi sessizce bir halı gibi serilir. Onların
üzerinde yürüdüğünüzde çıkan hışırtı, sanki
geçmişin bir fısıltısı, bir anısıdır. Bu hışırtı, insana hem huzur
verir hem de içten içe bir hüzünle doldurur. Siz hiç bir ağacın dalından düşen yaprağı elinize alıp uzun uzun
baktınız mı? O küçücük yaprak bile insana yaşamın ve bitişin tüm
hikâyesini fısıldar.
Sonbahar, bize
hayatın döngüsünü, değişimin kaçınılmazlığını anlatır. Her bitişin, yeni bir başlangıç olduğunu, her solgunluğun
ardında yeni bir yeşilin saklı olduğunu fısıldar. Yani aslında sonbahar, çoğu
kişinin sandığı gibi sadece bir “veda”
değildir; aynı zamanda bir “hazırlık ”tır. Yeni filizlerin, yeni
umutların öncesinde sessiz bir toparlanmadır. Bu yüzden sonbahar sadece bir
mevsim değil, aynı zamanda bir duygu, bir bilgeliktir. O, bize durup düşünmeyi,
içimize dönmeyi, ruhumuzu dinlendirmeyi öğretir. Gecelerin uzadığı, havanın
serinlediği bu günlerde, evlerimizin sıcaklığında bir fincan çay veya kahve
eşliğinde, pencereden dışarıyı seyretmekten daha keyifli ne olabilir ki?
Ama işte tam da bu noktada, bireysel huzurun ötesine geçip toplumsal
bir ders çıkarmak gerekir. Çünkü sonbahar sadece doğanın bize
anlattığı bir hikâye değildir; aynı zamanda hayatımızın, toplumumuzun da aynasıdır.
Yapraklar nasıl dalından düşerken kimseye
ayrıcalık tanımıyorsa, adaletin de herkese eşit işlemesi gerekir. Oysa
biz biliyoruz ki bu topraklarda adalet, sonbaharın yaprakları kadar eşit
dağılmıyor. Mevsimler kimseyi
kayırmazken, insanlar birbirini kayırıyor. Bugün sokaklarda montsuz
bir çocuk titrerken, başka bir çocuk vitrinlerde marka seçiyor. Bir evde soba tüterken, diğerinde kaloriferin
derecesi tartışılıyor. Sizce de doğanın eşitliğiyle insanların
eşitsizliği arasındaki uçurum, her sonbaharda daha görünür hâle gelmiyor mu? Tam da bu çelişkinin ortasında sonbaharın sessiz dersi kulağımıza çalınıyor: “Hiçbir güç, hiçbir iktidar, hiçbir zenginlik
sonsuz değildir.”
Evet, sonbahar bir
hüzün mevsimidir. Ama bu hüzün, yıkıcı değil, tam tersine yapıcı ve olgundur. Bizi kendi hayatımızla, kendi toplumumuzla
yüzleştirir. Kendi içimizdeki hesaplaşmayı yapmamızı ister. Çünkü doğa
her yıl bu döngüyü yeniden yaşıyor: çürüyen yapraklar toprağa karışıyor, toprak
yeniden can buluyor. Biz de öyle
yapabiliriz. Çürümüş olanı geride bırakıp, geleceğe yeni bir filiz armağan
edebiliriz. Belki de hepimizin hayatında bir sonbahar vardır; bir
dönemin kapanışıyla içimize çöken hüzün ama aynı zamanda yeni bir başlangıcın
sessiz müjdesi… Ben kendi hayatımda da
bunu gördüm: en ağır bitişlerin ardından, hiç ummadığım anlarda yeni bir bahar
filizleniverdi.
Bu yüzden sonbahar,
nasıl sevilmez ki? O, sadece bir mevsim
değil, aynı zamanda bir şiir, bir resim, bir müzik eseridir. Ama aynı
zamanda da en dürüst öğretmenimizdir. Bize hem bireysel hem de toplumsal olarak
şunu fısıldar: “Bitişlerden korkma. Çünkü
her bitiş, adaletle ve sabırla yaşanırsa, yeni bir başlangıcın tohumudur.”
Sevgiyle Kalın..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder