15 Haziran 2025 Pazar

Demokrasi Tiyatrosu mu, Siyasi Darbe mi?


Bu soyut illüstrasyon, Gaziosmanpaşa'da demokrasinin üzerine düşen gölgeyi ve halkın iradesine yönelik baskıyı temsil ediyor. Koyu, karamsar tonlar, karşılaşılan zorlukları ve baskıyı simgelerken, karanlığın içindeki tek bir parlak nokta, tüm engellere rağmen adalet ve umut kıvılcımının hala var olduğunu fısıldıyor. Bu, sessizliğe zorlanan seslerin, yine de bir çıkış yolu aradığını anlatan bir direniş sembolüdür.

Gaziosmanpaşa Belediyesi'nde yaşananlar, adeta bir tiyatro sahnesini andırıyor, ama sahnedeki oyun hiç de masum değil. Ortada ne işlenmiş bir suç, ne hazırlanmış bir iddianame, ne de kesinleşmiş bir yargı kararı varken, seçilmiş bir belediye başkanının görevden uzaklaştırılması ve yerine siyasi bir manevrayla başka bir ismin getirilmesi, ne yazık ki demokrasiye vurulan ağır bir darbedir. Bu yaşananları anlamak için kalın hukuk kitaplarına değil, sadece adil bir vicdana bakmak yeterlidir.

31 Mart seçimlerinde Gaziosmanpaşa halkı, hür iradesiyle sandık başına gitti ve tercihini yaptı. Oy çokluğuyla CHP'li Hakan Bahçetepe'yi belediye başkanı seçti. Bu, demokrasinin ta kendisiydi; halkın kendi kendini yönetme hakkının en somut tecellisi. Ancak henüz bir yılını bile doldurmamışken, bir soruşturma bahanesiyle gözaltına alınması ve tutuklanmasıyla her şey değişti. O an, sadece bir başkanın değil, ona oy veren binlerce seçmenin iradesi de hukuksuz bir şekilde askıya alındı. Bu artık yalnızca bir kişiyle ilgili bir mesele değil; doğrudan demokrasinin ruhuna yönelmiş sistematik bir tehdittir.

Tarihten Acı Dersler ve Büyük Düşünürlerin Seslenişi:

Tarih, gücün halk iradesi pahasına ele geçirildiği anti-demokratik müdahalelerle doludur. Roma’da Sezar’ın yükselişi, cumhuriyetin çöküşüne giden yolda halk desteğinin nasıl bir tek adam rejimine dönüşebileceğini gösteren çarpıcı bir örnektir. Sezar, halkın sevgisini kazanmıştı; fakat senatonun endişelerini hiçe sayarak, cumhuriyeti fiilen sona erdiren bir güce erişti. Daha yakın tarihte, Latin Amerika’daki askeri darbeler ise seçilmiş hükümetlerin keyfi biçimde devrilip yerine baskıcı rejimlerin getirilmesiyle demokrasilerin nasıl yıkıma uğradığını acı şekilde gözler önüne serdi. Bu örneklerde de, tıpkı bugün Gaziosmanpaşa Belediyesi'nde yaşandığı gibi, hukuki kılıfa büründürülmeye çalışılan ama özünde iktidar hırsıyla şekillenmiş müdahaleler söz konusudur.

Büyük Düşünürlerin Uyarıları:

John Locke, iktidarın ancak halkın rızasıyla meşru olabileceğini savunur. Ona göre doğal haklar, yaşam, özgürlük, mülkiyet  çiğnendiğinde, iktidarın varlık nedeni ortadan kalkar. Gaziosmanpaşa Belediyesi'nde yaşananlar, halkın seçim sandığına yansıyan iradesinin yok sayılmasıyla, Locke’un işaret ettiği meşruiyet ilkesinin açıkça çiğnendiğini gösteriyor.

Montesquieu’nün uyarısı da nettir: Yasama, yürütme ve yargı birbirinden bağımsız değilse, adalet keyfiyete teslim olur. Oysa burada, yargı henüz karar vermemişken, siyasi bir müdahaleyle seçilmiş başkanın görevden alınması, kuvvetler ayrılığı ilkesine ağır bir darbedir. Hukukun siyasete alet edilmesi, yargının bağımsızlığını zedeler ve adalet duygusunu köreltir.

Çifte Standart ve Sessizliğin Tehlikesi:

Şimdi bir an durup düşünelim: Aynı olay, siyasi olarak farklı bir ilçede ve ters yönde yaşansaydı, yine aynı sessizlik hâkim olur muydu? Belli ki Türkiye’de bazı iradeler dokunulmaz, bazıları ise kolayca gözden çıkarılabilir. Bazı seçilmişler korunur, bazıları yok sayılır. Ve ne acıdır ki, bu çifte standarda da “hukuk” adı verilir. Bu durum yalnızca bugünü değil, geleceğimizi de tehdit ediyor. Çünkü bir kez emsal teşkil ettiğinde, benzer müdahalelerin önü açılır. Hukuk devleti ilkesi yara alır, halkın sandığa olan inancı sarsılır, siyaset kurumu yıpranır ve kutuplaşma derinleşir. Hukukun üstünlüğü yerine siyasi gücün üstünlüğü geçerse, toplumsal barışın da temelleri sarsılır. Aristoteles’in dediği gibi: “Adalet, bir toplumun düzenidir. O bozulursa, toplum kalabalığa dönüşür.” Gaziosmanpaşa’da bozulan sadece bir başkanlık makamı değil, halkın kendi iradesine duyduğu güven duygusudur. Ve bu güven bir kez yitirildiğinde, tekrar inşa edilmesi kolay olmayacaktır.

Demokrasinin Temeli: Seçim ve İradeye Saygı:

Unutmamalıyız ki demokrasinin temeli, halkın özgür iradesiyle seçtiği temsilcilerden oluşur. Seçimler, yalnızca oy pusulalarından ibaret bir süreç değil; halkın kaderini belirleme hakkının en somut ifadesidir. Eğer bir başkan, hakkında kesinleşmiş bir yargı kararı olmaksızın görevden alınıyor ve yerine siyasi tercihlere göre bir başka isim atanıyorsa, bu durum yalnızca bir göreve müdahale değil, halkın iradesine yapılmış açık bir saygısızlıktır. Bu da demokrasinin özüne yöneltilmiş ciddi bir tehdittir.

Ortak Görevimiz: Sesimizi Yükseltmek:

Bu gibi durumlar karşısında sessiz kalmamak, demokrasiye sahip çıkmak ve hukukun üstünlüğünü savunmak hepimizin ortak görevidir. Zira tarih, sessiz kalanların değil; adaleti, hakkı ve halk iradesini savunanların kaleminden yazılır. Tarihten aldığımız dersler ve büyük düşünürlerin sesleri, bugün yaşadığımız bu haklı isyanı ve derin endişeyi anlamak ve anlatmak için bize ışık tutmalı.

Yarın daha ağır adaletsizliklerle karşılaşmamak için bugün suskun kalmamalı, sesimizi yükseltmeliyiz.

Sevgiyle Kalın. 

Arzu SEKİN

14 Haziran 2025 Cumartesi

Yaşamın Yükü Hafifler mi Anlam Bulunca?

Varoluşun çetin sularında, pusulasız bir ruhun anlam arayışı... Her fırtına bir sınav, her dalga bir soru işareti. Ancak derinlerde bir yerlerde, o vaha gibi beliren anlamın ışığı, her şeyi değiştirebilir.

İnsanoğlu var olduğundan beri bir arayış içinde. Bu arayışın en temel ve belki de en çetin olanı ise yaşamın anlamını bulma çabası. Felsefeciler, sanatçılar, düşünürler, sıradan insanlar; hepimiz zaman zaman "Ne için geldim bu dünyaya? sorusunu sorarız kendimize. Bu soru, bazen sabahları yataktan kalkmamıza engel olacak kadar ağır gelir. Nefes alıp verişlerin, günün koşturmacalarının, geceye yorgun varışların bir anlamı yokmuş gibi gelir. Sanki bir filmde figüranmışız da repliklerimiz ezber, duygularımız donuktur. Ve işte o zaman, yaşam dayanılmaz bir yüke dönüşür. Tıpkı koca bir geminin pusulasız kalması gibi… Yönsüz kalan bir ruh, denizin ortasında savrulur, dalgaların ortasında kaybolmuş gibi hisseder kendini.

Dayanılmaz Yükten Anlamın Limanına: 

Peki, yaşamı dayanılmaz kılan bu anlamsızlık hissi nereden gelir? Bazen rutinlerin boğuculuğundan, her gün aynı döngüye uyanıp nereye gittiğini bilmeden yürümekten, bazen büyük kayıpların boşluğundan, bazen de sadece var olmanın o derin sorgulamasından...kendi ağırlığından.. Hani elimizdeki telefona, önümüzdeki diziye bakarken hissettiğimiz o koca boşluk vardır ya, işte tam da oradan sızar anlamsızlık.  İşte tam da bu noktada, bir anlamsızlık çölünde susuz kalmışken, küçük bir vaha gibi belirir anlam. Bu anlam, büyük bir keşif olmak zorunda değildir. Bazen bir çiçeğin açışındaki mucizeyi fark etmek, bazen bir çocuğun gülüşündeki saf sevinci hissetmek, bazen de hiç tanımadığın birine karşılıksız yardım edebilmenin verdiği huzur olabilir. Kimi için bir ideal uğruna mücadele etmek, kimi içinse sadece sevdikleriyle var olmak, bir anlam denizi yaratır. Bu küçücük şeyler, içimizde kocaman bir "anlam" duygusu doğurabilir. Ve anlam, çoğu zaman büyük bir keşif değil, küçük bir fark ediştir.

Bu anlamı bulduğumuzda, omuzlarımızdaki o dayanılmaz yük hafifler. Çünkü artık bir yönümüz vardır, bir amacımız. Hani denir ya, "insan bir amaç için yaşar" diye. İşte o amaç, ister kişisel bir hedef olsun, isterse daha büyük bir toplumsal katkı, bizi hayata bağlayan görünmez bir ipliktir. Bir zanaatkarın yaptığı işe duyduğu aşk, bir doktorun iyileştirdiği hastanın gözlerindeki minnet, bir annenin çocuğuna duyduğu koşulsuz sevgi... Bunların hepsi, yaşamın anlamsızlık duvarını yıkan, derin anlam köprüleridir.

Vicdanın Fısıltısı ve Yaşamın Anlamı: 

Aslında, yaşamın anlamı çoğu zaman dışarıdan bize dayatılan bir şey değil, içimizde yankılanan bir sestir. Vicdanımızın fısıltısı, değer yargılarımız, neye inandığımız ve ne uğruna yaşamak istediğimizle şekillenir. Tıpkı dört duvar arasında yaşayan bir mahkumun zincirlerine rağmen içsel özgürlüğünü koruyabilmesi gibi.. Yaşamın en zorlu koşullarında bile insan, kendi anlamını yaratabilir. Bu bir direniştir aslında. Anlamsızlığa, boşluğa, sıradanlığa karşı bir varoluş isyanı.

Ben buradayım ve bir anlamım var,” diyebilmenin cesaretidir bu.

Dayanılır Kılan Şey: Amaç.

Sonuçta, yaşam anlamsız olunca dayanılmaz oluyor, ama anlamını bulunca dayanılır hale geliyor. Çünkü anlam, bir kez bulundu mu, omuzlardaki yük hafifler. Bir yönümüz olur. Bir amacımız. Hani derler ya, "İnsan bir amaç için yaşar" diye…O amaç ister bir çocuğun gözlerinde ışık olmak olsun, ister bir zanaatın ustalığında hayat bulmak…İster bir toplumun yarasına merhem olmak, ister sadece sevdiklerinin yanında sessizce durmak…

Bizi hayata bağlayan görünmez ipliklerdir bunlar. Bir annenin çocuğuna duyduğu o tarifsiz sevgi, bir doktorun şifa verdiği hastanın gözlerindeki minnet, bir öğretmenin öğrencisinde fark yarattığını bildiği an… Bunlar, yaşamın anlamsızlık duvarını delen köprülerdir. Gerçek, güçlü, sessiz ama sarsıcı köprüler.

Ve Belki de Asıl Soru:

Sonuçta yaşam, anlamını yitirdiğinde ağırlaşır; ama anlam kazandığında katlanılır hâle gelir.

Belki de yaşamın en büyük mücadelesi, tam da anlamı bulmakkorumak ve unutmamak mücadelesidir. Ve bu mücadelede en güvenilir pusulamız, içimizdeki o dürüst, susmayan, cesur ses: Vicdanımız.

Sonsöz:

Peki o hâlde,

Bu anlam arayışı bizi en çok ne zaman zorluyor dersiniz?
Ve en çok ne zaman hayata tekrar tutunmamızı sağlıyor?..
Görüşmek Üzere...

Arzu SEKİN 



7 Haziran 2025 Cumartesi

KALABALIKLAR İÇİNDEKİ YALNIZLIK

Modern dünyada yalnızlık... Bazen en kalabalık odada bile o tanıdık, tuhaf his kaplar içimi. Bu hissi bir eksiklik mi yoksa bir keşif alanı mı olarak görüyorum

İtiraf etmeliyim, bazen en kalabalık odada bile o tanıdık, tuhaf his kaplar içimi: yalnızlık. Hani herkesin kahkahalar attığı, müziğin kulakları sağır ettiği bir anın ortasında bile birdenbire gelen o garip boşluk hissi. Modern dünya, bizi birbirimize hiç olmadığı kadar bağlayan teknolojilerle dolu; akıllı telefonlar, sosyal medya, sürekli bildirimler, hızla akan mesajlar, paylaşımlar, sürekli çevrimiçi olma hâli... Ama ironik bir şekilde, sanki tam da bu "bağlantılar" bizi köklerimizden koparıyor, değil mi? Gerçek bağları unutturuyor.

Bir akşamüstü, pencereden dışarı bakarken kendime sordum: "Bu yalnızlık, bir eksiklik mi yoksa bir keşif alanı mı?" Çoğu zaman yalnızlıktan korkarız. Kalabalıkta kaybolmak daha kolay gelir. Oysa yalnızlık, insanın kendi sesini en net duyduğu anlardan biri değil mi?
Bir arkadaşım geçenlerde aynen şöyle dedi: "Sosyal medyada yüzlerce arkadaşım var ama bir başım ağrısa arayabileceğim üç kişi ya var ya yok." Başımı salladım, hak verdim. Bu, yaşadığımız çağın en büyük çelişkilerinden biri. Yan yana durup telefonlarımıza gömüldüğümüz anlar, aslında en derin yalnızlığı hissettiğimiz anlar olabilir. Göz teması kurmak, bir insanın ses tonundaki iniş çıkışları dinlemek, bir elin sıcaklığını hissetmek... Bunların hepsi ne kadar da kıymetliymiş meğer.

Kalabalıkların İçindeki Boşluk

Çocukluğumu hatırlıyorum. Mahallede seksek oynarken, akşamları komşularımızla oturup çay içerken, hatta sadece pencereden dışarı bakıp gelip geçenleri izlerken bile garip bir dinginlik vardı. Şimdi ise otobüste yanımdakiyle konuşmak yerine kulaklığımı takıp dış dünyadan kendimi soyutluyorum. Ya da bir kafede otururken, herkesin kendi ekranına kilitlendiğini görüyorum. Sanki görünmez birer duvar örüyoruz etrafımıza. Bu duvarlar bizi güvende hissettirse de, aynı zamanda bizi birbirimizden ayırıyor.
Peki, bu modern yalnızlık nasıl bir ses çıkarıyor? Bazen fısıltı gibi, bazen çığlık gibi...
"Ne yapıyorsun?" diye sorduğumda birine, "Boş boş duruyorum," cevabını alıyorum. Boş boş durmak? Eskiden bu, düşünmek, hayal kurmak, etrafı gözlemlemek demekti. Şimdi ise telefon eldeyken bile o "boş boş durma" hâlinin içindeki derin yalnızlık daha belirgin hâle geliyor. Çünkü o boşluğu dolduracak gerçek bir bağ kuramıyoruz. Oysa bir kedinin mırıldanması, yağan yağmurun sesi, bir bebeğin gülüşü bile o boşluğu sıcacık bir aidiyet hissiyle doldurmaya yeterdi.

Yalnızlıkla Dans Etmek

Peki ne yapmalı bu yalnızlık hissiyle? Tamamen kaçmak mümkün mü? Sanırım değil. Yalnızlık, modern dünyanın temposu içinde insan olmanın bir parçası; bir yavaşlama anı, içe dönüş ve kendini anlama, bazen kendimizi dinlemek, içimize dönmek için bir fırsat bile olabilir. Önemli olan, bu yalnızlığın bizi esir almasına izin vermemek.
Bir psikolog arkadaşım şöyle demişti: "Yalnızlık, kendinle baş başa kalma sanatını öğrenmekle başlar." Bu sözü duyduğumda çok düşünmüştüm. Yalnızlık, aslında bir yokluktan ziyade, bir varoluş hâli olabilir miydi? Eğer yalnızlık bir fısıltıysa, belki de bize kendimizi dinlememizi, ne istediğimizi anlamamızı fısıldıyordur. Belki de bizi, gerçekten bize iyi gelen, ruhumuzu besleyen bağları aramaya itiyordur.
Ve en önemlisi, kendimizle barışmak. Aynı zamanda bir mücadele de... Kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek. Belki de yalnızlık, kendi iç sesimizle bir diyalog başlatma davetiyesidir. O diyalogda, belki de en samimi cevapları buluruz. O zaman yalnızlık, bir çığlıktan ziyade, derin ve anlamlı bir fısıltıya dönüşür. Ve belki de o fısıltı, bizi gerçekten ait olduğumuz yere, gerçekten bağ kurabildiğimiz insanlara yönlendirir.

Son Söz

Yalnızlık kötü bir şey mi? İyi mi bilmiyorum ama bazen gerekli gibi geliyor. Çünkü bazı soruların cevaplarını kalabalıklarda bulamıyorsun. Sessizlik içinde şekilleniyor bazı şeyler.

Sevgiyle Kalın.

Arzu SEKİN

6 Haziran 2025 Cuma

HAYATIN İZLERİ, RUHUN MERHEMİ : SEVGİ

Hayatın fırtınaları ruhumuzda derin izler bıraksa da, görünmez duvarlarla çevrili kalsak da, umutsuzluğun en karanlık anında bir ışık belirir. Bu ışık sevgidir. Yaraları sarar, kırık kalpleri onarır ve gri tonlardaki dünyamızı yeniden rengarenk bir umuda dönüştürür. Çünkü sevgi, her şeyi iyileştiren yegane mucizedir.

Hayat, tıpkı mevsimler gibi; bir bakıyorsun güneşli bir bahar günü, bir bakıyorsun ansızın bir fırtına kopuyor başımızda. Hani diyoruz ya, "hayatın izlerini taşıyoruz " diye... Kimisi bedenimizde açılır, gözle görürsün. Ama asıl zor olanlar, ruhumuzda açılanlar. Bir hayal kırıklığı, sırtından bıçaklanmışlık hissi, ya da bazen sadece hayatın getirdiği o anlaşılmaz acılar... Bunlar içini kemirir durur, fark etmeden etrafına koskocaman görünmez duvarlar örersin. İşte o duvarların arkasında, tam da umutsuzluğun en kuytu köşesinde, bir ses duyarsın, inanır mısın? Sevgi der o ses, sadece sevgi...

Sevgi var ya, o bildiğimiz basit bir duygu değil ki. O, bambaşka bir enerji, bir ışık, adeta ruhumuzun en derin yaralarına dökülen bir merhem gibi. Düşün ki, artık "imkansız" dediğin bir an, bir el uzanıyor sana. Bir bakış... Öyle sıcak, öyle içten bir gülüş ki. Bir kucaklama... Bazen sadece tek bir kelime, "ben yanındayım" gibi, ruhundaki o koca deliği bir anda kapatmaya yetiyor. Çünkü sevgi, seni ta o görmezden geldiğin, değersiz hissettiğin yanlarınla yeniden buluşturuyor. Unuttuğun değerini, varoluşunun ne kadar mucizevi olduğunu hatırlatıyor.

Şöyle bir çevrene bak... Bir çocuğun gözlerindeki o masum parıltıyı düşün. Bir annenin saçlarına dokunuşundaki şefkati hisset. En zor gününde sarsılmaz bir dağ gibi arkanda duran dostunu anımsa. Ya da bir hayvanın sana koşulsuz sadakatini... Sevgi, öyle farklı şekillerde çıkıyor ki karşımıza. Bazen bir hastalığın pençesinden alıp kurtarıyor insanı, bazen bir bağımlılığın o lanet zincirlerini kırıyor. Kimi zaman da yıllarca süren bir yastan sonra, yeniden hayata tutunmayı, nefes almayı öğretiyor sana. O sadece bedenimizdeki yaraları iyileştirmekle kalmıyor, biliyor musun? Aynı zamanda kırık kalpleri onarıyor, dağılmış zihinleri bir araya getiriyor ve umutsuzluğun o gri tonlarını alıp rengarenk bir tabloya dönüştürüyor.

Aslında sevgi, en büyük ders, en büyük öğrenme aracıymış bunu anladım. Sevgiyle yaklaştığımızda, anlamadığımızı sandığımız en karmaşık denklemler bile bir anda çözülüveriyor, kilitli sandığımız tüm kapılar kendiliğinden ardına kadar açılıyor. Güvenmeyi, affetmeyi, yeniden başlamayı öğretiyor bize. Ama bunların hepsinden önemlisi, önce kendimizi sevmeyi, içimizdeki o kırılgan, küçük çocuğu iyileştirmeyi öğretiyor.

Bu yüzden, eğer yaralıysak, sevgiye sığınmalıyız, evet. Ama sadece kendimiz için değil. Başkalarının yaralarını sarmak için de sevgiyle dokunmalı, sevgiyle konuşmalıyız onlarla. Çünkü sevgi, sadece verdiğimizde değil, aldığımızda da bizi bambaşka bir insana dönüştüren, iyileştiren, varoluşun en mucizevi gücüdür. Ruhumuzun taa derinliklerine inen, her şeyi onaran yegane ilaç işte...

Sevgiyle kalın..

Arzu SEKİN 


1 Haziran 2025 Pazar

Sayıların Gölgesinde Kalan Ben: Bir Öğretmenin Gölgesi ve Gerçeğin Aydınlığı

 

"Karanlık bir sınıfta, tahtanın önünde elleri açık bir kız öğrenciye sopa ile vuran öfkeli bir erkek öğretmen. Arka planda şaşkın ve korkmuş diğer öğrenciler."

Bazı anılar var, üzerini kaç kat örtmeye çalışsan da, bir yerlerde hep pusuda bekler. Susturursun onları, unuttum sanırsın; ama onlar hep bir köşede, sanki ilk fırsatta yeniden canını yakmak için sabırla beklerler. Derken, öyle bir an gelir ki, hiç beklemediğin bir köşeden, tüm çıplaklığıyla karşına dikilirler. İşte o an, ne olduğunu, neyin acıttığını iliklerine kadar hissedersin. Benim için de o anılardan biri, taa ortaokul yıllarıma ve o matematik derslerine ait. Yatılı okulun o soğuk duvarları arasında geçen zamanları, sanki dünmüş gibi hatırlıyorum; zihnimi bulandıran o formülleri, çözemediğim her soruda içime çöken o ağır hissi... Resmen canım sıkılırdı, mideme ağrılar girerdi.

Bizim bir matematik öğretmenimiz vardı; okul koridorlarında bile gördüğümde elimin ayağımın titrediği biriydi. Sesini duyduğum an içime bir korku düşerdi. Bir de özellikle yaptırdığı, üzeri işlemeli, vernikli, hani şu oklava kalınlığında bir sopası vardı. O sopası hep elinde olurdu. O adam, sadece benim için değil, hepimiz için bir kabusun beden bulmuş haliydi. Suçlu olsun ya da olmasın, çocukları o sopasıyla dövdüğü zaman okul inlerdi, sesler koridorlarda yankılanırdı. Biz ne kadar acı çekersek, o sanki daha da hırslanır, daha çok döverdi. Sanki canımız yandıkça, onun hızı artardı.

Bunlardan biri de bendim. Her derste mutlaka beni tahtaya kaldırır, yapamayınca da tüm arkadaşlarımın içinde beni bayıltana kadar döverdi. Avuçlarım morarana kadar vururdu. Hızını alamaz, bacaklarımın arka boşluğuna vurur, ben de acıdan yere yığılırdım. O anlarda, canımın yanması mı daha çok acıtıyordu, yoksa arkadaşlarımın önünde düştüğüm o zillet dolu durum mu, tam hatırlamıyorum. Ama sanırım daha çok hatırladığım, ya da belki de hep hatırlatıldığı için içimde kalan, o anki düştüğüm durum ve hala içimin kanadığıydı.. Bir hafta ateşler içinde yattığımı bile hiç unutmam. O kadar canım yanmıştı ki...

Biz zaten ailemizden uzaktaydık, o kimsesiz çocuklardık. Yatılı okulun dört duvarı arasında, sevgiye ve ilgiye bu kadar muhtaçken, bir de öğretmen şiddetine maruz kalıyorduk. Ne okula olan güvenim kalıyordu, ne sevgim... Derslere karşı da tüm ilgim kaybolup gidiyordu. Hele matematikten... Resmen nefret ediyordum. Kendimi matematiği yapamadığım için geri zekalı hissediyordum. Bu durumdan öyle utanıyordum ki... sanki benim bir kusurummuş gibi.

Oysa bir öğretmenin görevi öğretmekti, değil mi? Bilgiyi aktarmaktı, sevdirmekti. Dayakla eğitmek değildi asla! Hem herkes matematik öğrenmek zorunda da değil ki, başarılı olmak zorunda da değil... Öğretmen dersini verir, öğrenen öğrenir, öğrenemeyene de not verilir, puan verilir. Ama asla dayak değil! Bu kadar net. Bir çocuğun zihnine nefreti kazımak değil, sevgiyi ekmekti aslolan.

Üniversiteye geldiğimde, o ortaokul travmasından kalan bir şartlanmayla, matematik dersinde kesin kalacağımı kendime baştan söylemiştim. O kadar kabullenmiştim yani bu "matematik özürlü" halimi. Ama içimdeki bir ses, sanırım en sonunda beni rahatsız etti ve bunun nedenini o zamanki hocama anlatmaya karar verdim. Dinledi beni, tüm o yaşadıklarımı sabırla...Onun desteğiyle, matematiğe yeniden, farklı bir gözle bakmaya başladım Tüm bu ilgi ve destekle birlikte fark ettim ki, ben geri zekalı değildim, aksine sadece doğru anlatılmayı bekleyen bir zekaya sahiptim! Gayet de iyi matematik çözdüğümün farkına vardık birlikte. Yıllar sonra o korkunç kabuk kırılmıştı içimde, o içimdeki düğüm çözülmüştü sanki.

Bu farkındalık, sadece matematiğe olan bakışımı değil, hayatın geneline ve insanlara olan bakışımı da değiştirdi. Anladım ki, bir insanın, özellikle de bir çocuğun hayatında, bir "öğretmen" sıfatını taşıyan birinin ne kadar büyük bir etkisi var. Bizi ya kanatlandırırlar, ya da kanatlarımızı kırarlar. Bizi ya cesaretlendirirler, ya da içimizdeki o en değerli hevesi söndürürler. O öğretmenden nefret ettim, ama o nefretim aslında benim zekama değil, onun uyguladığı şiddete yönelikmiş.

Öğrenmek, sadece bilgiyi zihne doldurmak değilmiş. Öğrenmek, sevmekle, merak etmekle, güven duymakla başlarmış. Ve ben o yıllarda, bunların hiçbirini bulamamışım. Ama şimdi biliyorum ki, o "yetersiz" çocuk, aslında sadece yanlış bir rüzgarla karşılaşmış, yanlış bir rotaya sürüklenmiş. Asla yetersiz değilmiş, sadece doğru yönü bulamamış. Ve bu gerçek, beni yıllar sonra bile olsa, o ağır yükten, o haksız etiketlerden kurtardı.

Ve şimdi biliyorum; bir çocuk bazen sadece bir öğretmenin elinde ya çiçek açar, ya da solup gider. Umarım her öğretmen, elindeki en kıymetli cevherin bir çocuğun geleceği olduğunu hatırlar ve o cevhere sevgiyle, anlayışla yaklaşır. Çünkü ektiğiniz her tohumun, bir çocuğun kaderi olduğunu asla unutmayın; bilgiyi değil, ruhları sevginizle ve sabrınızla yeşertin.

Görüşmek üzere..

Arzu SEKİN


Bugün Hiçbir Şey Yapmadım… ve İlk Kez Gerçekten Huzurluydum

“Hayat bazen sadece durabilenleri ödüllendirir.” Ne yetişmem gereken işler vardı, ne de aklımı yoran planlar. Sadece oturdum, bir fincan k...