Ne yetişmem gereken işler vardı, ne de aklımı yoran
planlar. Sadece oturdum, bir fincan kahve içtim ve hayatın bana
fısıldadıklarını dinledim. Meğer huzur, hep bu sessizliğin içinde saklıymış.
Mutfağın
köşesindeki küçük koltukta oturuyorum. Pencereden dışarı bakıyorum; günün son
ışıkları, yorgun bir nefes gibi caddeye süzülüyor. Elimde bir fincan kahve.
Zaten biliyorsunuz, bu
anların kahvesi başka oluyor. Dumanı usul usul yükseliyor ya, o bile sanki
etraftaki her şeyi yavaşlatıyor.
Dışarıda
dünya bildiğin gibi, her zamanki gibi aceleyle, koşturmacayla akıp gidiyor. Deli
gibi koşturan, sürekli bir yere yetişmeye çalışan, bağıran, çağıran bir dünya
insan. Ama ne hikmetse, bütün o gürültü, sanki kapıma kadar geliyor ve orada
duruyor. İçeri sızamıyor.
Sanki
birileri bütün sesleri kısmış. Bütün o gürültüyü benden uzaklaştırmış, hayatın
müziğini açmış.
Derken,
içeride bir şey hissediyorum. Ne fırtınanın yorucu öfkesi ne de bir meltemin
canlı coşkusu. Sadece hafif bir rüzgâr var. Bir iç esinti. Seni yormayan,
sadece varlığını usulca hatırlatan o rüzgâr.
Çünkü
içimde, fırtına falan yok. Sadece o hafif rüzgâr var. Çok hafif. O kadar
dinlendirici ki, sanki beynimin içinde birikmiş o bütün gereksiz tozları,
düşünce artıklarını alıp götürüyor. Sadece seni bırakıyor, yalın halinle. Ve
anlıyorsun ki, o, "biraz soluklan" diyen sesin.
Bugün,
daha doğrusu bu an, bilinçli olarak hiçbir şey yapmadım. Gerçekten de öyle.
Telefonu kenara fırlattım, yarım kalan o bitmek bilmez işleri zihnimden sildim,
yarınki planların yükünü sırtımdan attım. Sadece oturdum. Ve nihayet, kendimi
serbest bıraktım.
Bana
kalırsa, hayatın en büyük tuzaklarından biri, sürekli bir şey yapma zorunluluğu.
Başarılı olmak için, değerli olmak için, hatta sadece var olmak için
sürekli bir aksiyon bekleniyor sanki. Bir "yapılacaklar listesi" var
ve biz, robotlar gibi, o listedeki maddeleri silmek için çabalıyoruz.
Yoruluyoruz, düşüyoruz, sonra tekrar kalkıp koşturuyoruz.
Peki
ya bir an durup, o listeyi olduğu gibi masanın üstüne bıraksak?
Zaten
bütün mesele şurada düğümleniyor: "Bazen hiçbir şey yapmamak, hayata
verilmiş en anlamlı cevaptır," işte o tam da bu noktaya parmak basıyor.
Bu, tembellik değil. Bu, bir direniş şekli. Bu, hayatın sana sunduğu o devasa
gürültüye karşı, içindeki sesi dinleme cesareti.
Oturmak...
Sadece olmak. Ne geçmişin pişmanlıklarını düşünmek ne de geleceğin kaygılarını
yüklenmek. Sadece o fincandaki sıcaklığı elinde hissetmek, kahvenin kokusunu
içine çekmek. Sırtını koltuğa yasladığında hissettiğin o yumuşaklık. Odanın
sessizliğinde, kendi kalp atışının sesini duymak. O loş ışıkta, duvarın
gölgesini izlemek.
Bu
anlarda, zihin bir anda boşalır. O hafif rüzgâr, beynindeki karmaşayı alıp
götürür. İşte o sessizlikte, aradığın tüm o "büyük" cevaplar, hiç
beklemediğin anda fısıltıyla gelir. Çünkü sürekli meşgulken, hayat sana
konuşamaz. Sen ona izin vermezsin.
Bu
bir mola değil, bu bir yeniden bağlanma anı. Kendine, ruhuna, o anki sade
varlığına dönme şekli. Bir fincan kahve, loş bir akşam ve hafif bir rüzgâr...
Bunların hepsi, "Şu an tam ve bütünüm," demenin en samimi yolu.
Hayat,
en güzel derslerini, biz hiçbir şey yapmazken öğretiyor. Koşmayı
bıraktığımızda, manzaranın güzelliğini fark ediyoruz. Konuşmayı kestiğimizde,
gerçekten ne hissettiğimizi duyuyoruz.
Bu
yüzden, bırak o liste yarın da orada dursun. Unutma; sen şimdi sadece otur ve
var ol. En anlamlı cevap, zaten kalbinden esen o hafif rüzgârda saklı. Peki,
senin içinde şu an esen rüzgâr sana ne fısıldıyor? Belki de yeni hikâyen, tam
da bu sessizlikte başlıyordur.
Sevgiyle Kalın..