30 Eylül 2025 Salı

KALBİ İYİ OLANIN YOLU NEDEN ZORDUR?

 

Kalbi iyi olanın zorlu yolda tek başına yürümesi ve göğsünden ışık yayan kalp.

Hayatın içinde hepimizin kulağına bazı cümleler çalınır. Öyle süslü laflar, devasa felsefi terimler de değildir hani. Direkt kalbe iner, sanki sizi anlatır. Öylesine söylenmiş gibi duran ama insana ayna tutan o yalın cümleler… Bazen bir sohbetin ortasında, bazen bir film repliğinde, bazen de hiç tanımadığınız birinin sözünde karşınıza çıkar. Düşünürsünüz, “Bu tam da beni anlatıyor” dersiniz.

Son günlerde benim zihnime takılan, kalbime dokunan cümle tam olarak şöyle: “Kalbi iyi olanın yolu zordur.” 

''Ne kadar doğru, değil mi?’’ Hayatın içinde koştururken, bu sözü dönüp dolaşıp aklıma getiriyorum.

İlk duyduğunuzda hafifçe gülümsetiyor belki ama üzerinde biraz düşündüğünüzde, hayatın en yalın gerçeklerinden birine işaret ediyor. Çünkü gerçekten de kalbi temiz olanın, bu dünyada yolculuğu hiçbir zaman kolay olmaz.

Neden mi? Çünkü iyi kalp, saf bir beklenti taşır. Herkesin kendisi gibi dürüst olmasını, yalan söylememesini, arkadan iş çevirmemesini ister. Kendi içinde kötülüğe yer vermediği için, başkasının kötülüğünü de kolay kolay aklına getirmez, görmezden gelir. Başkasının sözüne güvenir, niyetinin temiz olduğuna inanmak ister. Oysa hayat, çoğu zaman bu saf inancı boşa çıkarır, sizi hayal kırıklığına uğratır.

Bireysel Sınav: Kullanılma Korkusu:

Düşünün, bir iş yerindesiniz. Herkes kendi derdinde, hedefler peşinde koşuyor. Sen ise ekip arkadaşının yükünü hafifletmek için fazladan çalışıyorsun. Belki bir projede onun hatasını kapatıyorsun, çünkü biliyorsun ki o da zor durumda. Ama ne oluyor? Patron seni değil, daha kurnaz olanı fark ediyor. Ya da arkadaşın, seni kullanıyor gibi düşünüp arkandan konuşuyor. Çoğumuzun başına gelmedi mi? İyi kalpli olmak bazen yalnız kalmak demek. İnsanlar seni saf sanıyor, oysa sen sadece doğru olanı yapıyorsun.

Üstelik sadece iş hayatında değil, ilişkilerde de aynı. Sevgilinde, eşinde ya da arkadaşında bir sorun gördüğünde, onu düzeltmek için uğraşıyorsun. Empati yapıyorsun, dinliyorsun, fedakârlık ediyorsun. Peki karşılığında ne alıyorsun? Bazen sadece hayal kırıklığı. İnsanlar iyiliğini suistimal edebiliyor. Mesela, bir arkadaşın sürekli senden borç istiyor, sen veriyorsun çünkü ihtiyacı var diyorsun. Ama o, bunu alışkanlık haline getiriyor. Sonra sen "Hayır" dediğinde, bir anda kötü olan sen oluyorsun. Neden? Çünkü kalbin iyi, "Hayır" demeyi bilmiyorsun.

Bu yol zor, çünkü sınır koymak öğrenilmesi gereken bir şey. Ben de öğrendim bunu zamanla. İlk başta her şeye evet diyordum, sonra yoruluyordum. Şimdi düşünüyorum: İyi olmak, kendini korumayı da bilmek demek.

Toplumsal Sınav: Sistemin Çarkları:

Bir de işin toplumsal boyutu var. Haberlerde görüyorsunuz, çevrenizde duyuyorsunuz: İyi kalpli insanlar, dünyayı değiştirmek için uğraşıyor. Gönüllü çalışmalarda, çevre eylemlerinde, yardım kampanyalarında… Ama karşılarında hep aynı duvar var: sistemin çarkları. Mesela, bir öğretmen düşünün. Öğrencilerine gerçekten kalpten bağlı. Ekstra ders veriyor, cebinden kitap alıyor. Ama sınıflar kalabalık, maaş yetersiz, veliler şikâyetçi. O öğretmen yoruluyor, tükeniyor. Ya da bir aktivist hayvan hakları için sokaklara çıkıyor. İnsanlar alkışlıyor, sonra da arkasından “Boş işlerle uğraşıyor” diyorlar.

İyi olmak direnç istiyor. Çünkü dünya hızlı ve bencil bir yer olmuş. Sen yavaşlayıp başkasını düşündüğünde, geride kalıyormuşsun gibi hissediyorsun. Oysa belki de gerçek ilerleme, tam da o yavaşlamanın içinde saklı.

Bireysel zorluklarla toplumun çarkları arasında sıkışan kalp, işte tam burada sınanır.

Bu sınav, kalbi temiz olanı iki ucu keskin bir bıçakla karşı karşıya bırakır. Bir yandan, yalanla ve dolanla çarpışan vicdanı, kendi içindeki "doğru" pusulasıyla dünyanın gri gerçekliği arasında sıkışır. Diğer yandan, başkasının derdini kendi derdi bilen bu kalp, ne "Hayır" demeyi bilir ne de kendini korumayı. Bütün bu karmaşanın ortasında, iyilik bir görev olmaktan çıkar; hem bireysel hem de toplumsal bir direniş biçimine dönüşür.

Peki, bu bir lanet mi? İyi insan olmak bizi bu hayatta hep yara alacak bir zavallı mı yapıyor?

Kesinlikle hayır.

Düşünün, tarih boyunca iyi kalpliler dünyayı değiştirmiş. Gandhi gibi, Mandela gibi, Atatürk gibi… Onların yolu da zordu, ama pes etmemişler. Bizim günlük hayatımızda da aynı. Bir çocuğun gülümsemesi, bir yaşlının duası, bir arkadaşın "Teşekkürler" demesi... Bunlar küçük gibi, ama seni ayakta tutuyor.

İyi olmak, insanı zenginleştiriyor. İçini dolduruyor. Evet, yolda taşlar var, çukurlar var. Düşüyorsun, kalkıyorsun. Ama her kalkışta daha güçlü oluyorsun. Mesela, pandemi zamanını hatırlayın. Bir sürü insan evde kaldı, ama bazıları dışarı çıktı yardım için. Maske dağıttı, yemek taşıdı. Onların da yolu zordu, risk aldılar. Ama toplum olarak onlara minnettarız. Çünkü İyi kalpli olmak, toplumu ayakta tutan şey.

Evet, yolu zordur. Ama o zorlu yolun sonunda, kalbi iyi olanın bambaşka bir zenginliği vardır. O, yalanlarla örülmüş bir dünyada bile başını yastığa koyduğunda vicdanı rahattır. Kırılmış olabilir, üzülmüş olabilir, hatta defalarca hayal kırıklığına uğramış olabilir. Ama asla birinin canını yakmanın ağırlığını taşımaz. O zorluğa katlanmak, ona daha derin bir empati, daha büyük bir ruhsal güç kazandırır.

Zorluk, onun için bir elek görevi görür. Etrafındaki insanları, olayları eler. Ve o yorgun, zorlu yolculuğun sonunda yanında kalan, onu gerçekten anlayan, onun kıymetini bilen az ve öz insanla, huzurlu bir sığınağa ulaşır.

Yani, evet, kalbi iyi olanın yolu zordur. Ama o yolu yürümenin sonunda kazanılan iç huzuru ve kendiyle barışıklık, bu dünyanın hiçbir makamının, hiçbir zenginliğinin veremeyeceği kadar değerlidir.

Zorluğun kıymeti de buradadır zaten. O zorluk, iyi kalbi hem incitir hem de çelikleştirir. Ve sonunda, o çelikleşmiş ama hala pırıl pırıl parlayan kalp, bu karanlık dünyada bir deniz feneri gibi ışık saçar.

Belki de sırf bu yüzden, bu zorlu yoldan dönmemek gerekir.

Yol zor diye, yürümekten vazgeçme. Belki yavaş gidersin, belki yaralanırsın. Ama artık biliyorsun ki, bazı yerlerde "hayır" demeyi bilirsen, sınırları çizersen, o yara izleri seni daha da güçlendirir. Vardığın yer, paha biçilmez bir iç huzurdur.

Evet, kalbi iyi olanın yolu zordur. Ama unutma: O zor yol, insanı en çok büyüten, en çok insan yapan yoldur. Çünkü bu dünyada en değerli şey, bütün fırtınalara rağmen kalbinin iyiliğini kaybetmemektir. Gerisi zaten gelip geçiyor.

Sevgiyle Kalın.

Arzu SEKİN 

 

14 Eylül 2025 Pazar

Köprüler Kurmak: Barışın ve Adaletin Yegane Yolu

 

Köprüler Kurmak: Barışın ve Adaletin Yegane Yolu

Parti bayrakları, sınırlar, keskin fikirler... Bizi ayıran her şey, aslında kalplerimizdeki küçük bir köprünün inşasına engel olamaz. Bu görseldeki gibi, iki taraf bir araya gelmeye cesaret ettiğinde, en derin uçurumların üzerine bile sevgi, saygı ve anlayışla kurulan bir köprü atılabilir. Unutmayın, en büyük köprüler, en derin uçurumların üzerine inşa edilir.

Gürültülü bir çağda yaşıyoruz. Her yanımız sloganlarla, keskin fikirlerle ve aşılması zor duvarlarla çevrili. Bu duvarlar, sadece fiziksel olarak değil, zihinlerimizde ve kalplerimizde de yükseliyor. Bizi "bizden olanlar" ve "ötekiler" diye ayırıyor, farklılıklarımızı bir zenginlikten ziyade bir tehdit olarak görmemize neden oluyor.

Tüm o gürültünün, bitmek bilmeyen tartışmaların ve keskin siyasi ayrılıkların arasında gözden kaçırdığımız, ama belki de en hayati olan bir gerçek var:

Eğer barışı, huzuru ve adaleti gerçekten arıyorsak, partilerde, sloganlarda ya da oylarda değil; en derinde, birbirimizi anlamakta, duymakta ve görmeye çalışmakta aramak zorundayız.

Düşünün; tarih boyunca büyük değişimler, sadece liderlerin kararlarıyla değil, insanların birbirini anlaması ve birlikte hareket etmesiyle mümkün olmuştur. Roma İmparatorluğu’nun en güçlü dönemlerinde bile, farklı halkların ortak bir anlayış ve uzlaşıyla yan yana durması bir köprü vazifesi görmüştür.

📌 “Bir ülkenin geleceği, sadece yasalarla değil; kalpler arası köprülerle inşa edilir.”

Kutuplaşmanın Derin Yarıkları

Çevremize baktığımızda, kutuplaşmanın, ötekileştirmenin, farklılıklara tahammülsüzlüğün giderek arttığını görüyoruz. Bu sadece sokakta değil, evin içinde, sofrada, hatta kardeşler arasında bile kendini hissettirmeye başladı. Sanki aynı gemide yolculuk etmiyor, farklı kıtalarda yaşıyormuşuz gibi bir algı yaratılıyor. Oysa gemi batarsa, içindeki herkes aynı denize düşmeyecek mi? İşte bu, bireysel farklar yerine ortak kaderimizi görmenin ne kadar hayati olduğunu gösteriyor.

Siyasi tercihlerimiz, dünya görüşlerimiz, yaşam tarzlarımız üzerinden keskin sınırlar çiziliyor. Ve bu sınırlar, zamanla aşılmaz duvarlara dönüşüyor. Duvar büyüdükçe, hem kalbimizin sesini hem de birbirimizin nefesini duyamaz hale geliyoruz.

Aynı Gökyüzünün İnsanlarıyız

Oysa unuttuğumuz şey şu: Hepimiz aynı toprağın, aynı gökyüzünün insanlarıyız. Aynı hayallerle, aynı korkularla yoğrulmuşuz.

📌 “Parti bayrakları değişse de, insan kalbi aynıdır.”

Bir anne çocuğunun sağlığı için dua ederken, hangi partiye oy verdiği önemini yitirir. Bir baba evine ekmek götürmenin telaşındayken, ideolojik farklılıklar değil, alın terinin hakkı önem kazanır. Bir genç, yarınlarına dair umut ararken, siyasi kutupların kavgalarından çok, adaletin gölgesinde huzurla büyümek ister.

Bunu anlamak, bir insanın gözünden dünyayı görmeye çalışmakla başlar. Tıpkı bir ressamın, her rengin tonunu anlamadan tabloyu tamamlayamaması gibi; toplumu da ancak her bireyin sesini duyup anlayarak tamamlayabiliriz. 

Sanki sihirli bir değnek değse ve herkes "bizim" gibi düşünse, tüm sorunlar çözülecekmiş gibi bir yanılgıya kapılıyoruz. Ama tarihe baktığımızda, tek sesli toplumların değil; çok sesliliğe tahammül edebilen, farklılıklardan güç devşirebilen toplumların ayakta kalabildiğini görüyoruz. Antik Yunan şehir devletlerinden günümüze, farklı düşüncelerin çatışması çoğu zaman yenilik ve ilerlemenin kaynağı olmuştur.

Farklı düşünenleri düşman ilan etmek, onları yok saymak, kendi inançlarımızın mutlak doğru olduğuna inanmak... İşte tam bu noktada, o çok kıymetli şeyi, birbirimizi anlama çabasını, yani insan olmanın en zarif yönünü kaybediyoruz. Oysa farklı düşünceler, tıpkı bir orkestranın farklı enstrümanları gibi, bir araya geldiğinde çok daha güçlü ve ahenkli bir melodi oluşturabilir.

Empatinin Gücü

Oysa barışın da, huzurun da, adaletin de mayası; karşıdaki insanın ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamaya çalışmaktan geçer. Onun da kendi sebepleri, kendi doğruları, kendi acıları olabileceğini kabul etmekten. Empati kurmaktan, yani kendimizi onun yerine koyarak dünyayı onun gözünden görmeye çalışmaktan.

📌 “Dinlemek, çoğu zaman bağırmaktan daha güçlü bir eylemdir.”

Belki de işte tam o an, bizden çok farklı görünen bir insanla aramızdaki benzerlikleri fark edeceğiz. Çünkü özünde her insan, sevilmek, anlaşılmak ve değer görmek ister.

Siyaset Değil, Kalpler Arası Köprüler

Siyasi arenada sıkça tanık olduğumuz parti değiştirmeler, günü kurtaran taktikler olabilir belki. İktidar dengelerini değiştirebilir, kısa vadeli sonuçlar doğurabilir. Ama kalıcı barışı, gerçek huzuru, kökleri sağlam adaleti tesis edebilir mi? Sanmıyorum. Çünkü gerçek değişim, zihinlerde ve kalplerde başlar.

📌 “Gerçek değişim, kürsülerde değil; insanların birbirine bakışında başlar.”

Bir ülkenin geleceği, sadece yasalarla değil; kalpler arası köprülerle inşa edilir. Tarihte de böyle olmuştur: Büyük imparatorlukları güçlü kılan şey, sadece orduların kılıcı değil; halkların bir arada yaşama iradesiydi.

Çok Sesliliğin Gücü

Birbirimize karşı duyduğumuz anlayış ve saygı arttıkça, farklılıklara tahammülümüz güçlendikçe, o zaman gerçek bir dönüşüm yaşayabiliriz. Birlik dediğimiz şey, herkesin aynı şeyi düşünmesi değil; farklılıkların ortak bir paydada yan yana durabilmesidir.

Birbirimizi anlamak, aynı fikirde olmak anlamına gelmez elbette. Farklılıklarımızla bir arada yaşama becerisini geliştirmek demektir. Herkesin sesinin duyulduğu, her görüşün değer gördüğü, adil ve kapsayıcı bir toplum inşa etmek demektir.

📌 “Bir şarkıyı güzelleştiren, farklı notaların bir araya gelişidir.”

Bir düşünün; bir şarkı sadece tek bir notadan ibaret olsaydı, kulağa nasıl tekdüze gelirdi. Oysa melodiyi güzelleştiren farklı notaların bir araya gelişidir. Toplum da böyledir.

Köprülerin Dili

Öyleyse, gelin bugün o keskin sınırları biraz olsun yumuşatalım. Farklı düşündüğümüz insanlara karşı önyargılarımızı bir kenara bırakıp, onları dinlemeye çalışalım. Neden böyle düşündüklerini anlamaya odaklanalım. Çünkü dinlemek, çoğu zaman bağırmaktan daha güçlü bir eylemdir.

Unutmayalım ki, en büyük köprüler en derin uçurumların üzerine kurulur. Ve barışa, huzura, adalete giden en sağlam köprü, birbirimizi anlamaktan geçecektir.

📌 “En büyük köprüler, en derin uçurumların üzerine kurulur.”

Parti bayrakları değişse de, insan kalbi aynıdır. Önemli olan, o kalplere dokunabilmek, ortak bir insanlık paydasında buluşabilmektir. Belki de bu toprakların ihtiyacı olan şey, parti bayraklarını değiştirmek değil, dilimizi ve kalbimizi değiştirmektir.

Son Söz

Sizce de öyle değil mi?

Belki de bu toprakların en büyük ihtiyacı, kavganın değil; köprünün dilini öğrenmektir.

Ve köprü kurmak için elimizde hiçbir malzeme yoksa bile, "Sen" ve "ben" yerine, "biz" demenin gücünü keşfetmek. Ve bu keşif, bir gülümsemeyle, bir selamla veya en basit haliyle, kalpten gelen bir "seni dinliyorum" ile başlayabilir. 

Gerçek değişim, kürsülerde değil, insanların birbirine bakışında başlar.

Çünkü bazen bir köprü, tek bir kelimeyle kurulabilir: “Anlıyorum.”

Ne dersiniz, ilk köprüyü kurmaya hazır mıyız?

Sevgiyle Kalın..

Arzu SEKİN 

 

 

11 Eylül 2025 Perşembe

Hayatımın Anlamı: Dört Patili Dostum Kedim

 


Kediler bize sadece yoldaş olmuyor; sabretmeyi, koşulsuz sevgiyi ve hayatın küçük mutluluklarını hatırlatıyor.

Hepimizin hayatında kendimizi iyi hissettiğimiz, dünyadan kısa bir süreliğine de olsa koptuğumuz anlar vardır. Benim için o anların başrolünde hep kediler oldu. Evin en sessiz köşesinde, bir balkonda ya da kucağımda, her anımda yanımda olan o minik patili dostlar... Onlarla kurduğumuz o sessiz ama derin bağ, hiçbir şeye benzemiyor. Bu bağ, kelimelere sığmayan, sadece hissedilen bir şey. Kedili bir evde yaşamayan bilemez o derin dinginliği, o tarifsiz huzuru.

Düşünsenize, eve yorgun argın geldiğinizde sizi kapıda karşılayan, hemen bacaklarınıza sürtünerek "Hoş geldin" diyen bir varlık. O gün ne yaşadığınızın, ne kadar yorgun olduğunuzun hiçbir önemi yok. Onun tek derdi size sevgi vermek ve biraz ilgi görmek. Onların bu karşılıksız sevgisi, ruhumuzu tamir eden bir sihir gibi. Bazen sadece yanımızda uyumaları bile yeterli oluyor. O mırlama sesleri, dünyanın en huzur verici melodisi sanki. O an, tüm stresiniz, tüm dertleriniz eriyip gidiyor. Kucağınızda bir kediyle oturduğunuzda, sanki zaman duruyor ve siz, o anın sonsuzluğunda kayboluyorsunuz. Onların gözlerindeki o masumiyet, size kendinizi daha iyi bir insan gibi hissettiriyor.



Hayatım Artık Onların Kurallarına Göre İşliyor

Kedilerle yaşamak, sadece evinizi paylaşmak değil, aynı zamanda hayatınızın tüm rutinlerini onların minik patilerine emanet etmek demek. Eskiden sabahları alarmın o rahatsız edici sesiyle uyanırdım, şimdi ise bambaşka bir alarm sistemim var ve o, sessiz bir mırlamayla başlıyor. Her sabah günün ilk ışıklarıyla birlikte patileriyle yüzüme, burnuma minik vuruşlar başlar. Bazen bu vuruşlar, yatağın kenarından sarkan bacağıma hafif bir tırmık atılarak desteklenen mırlamalı bir serenatla birleşir. Önce beni uyandırmaya çalışır, ardından da karnının acıktığını belli eden o keskin miyavlamalar başlar. Artık alarm kurmama gerek yok, çünkü onların biyolojik saatleri benden çok daha düzenli ve dakik.

Eve yeni bir eşya aldığımda, o eşyanın ilk sahibi ben olmam. Hatta diyebilirim ki, yeni eşya önce onların kapsamlı bir denetiminden geçer. Önce o meraklı patiler tarafından incelenir, koklanır, belki de küçük bir test tırmalamasına maruz kalır. Bir koltuk, bir halı ya da yeni bir kutu; hepsi önce onların onayından geçmek zorundadır. Hele ki bir kutuysa, o kutu artık onundur ve yeni yatağı olmuştur. Onların kutu sevgisi başlı başına bir bilmece zaten.

Ya da bilgisayar başında çalışırken klavyenin üzerine yayılan o miskin halleri... Onları rahatsız etmemek için yazımı yarım bırakıp, sessizce işime ara verdiğim çok oldu. Hatta bir keresinde yazımın tam ortasında bilgisayarımın üstüne kıvrıldı; adeta "Sen yazıyorsun ama burada patron benim, benim uyumam daha önemli" der gibi gözlerimin içine baktı. O an gülümseyip klavyeden ellerimi çektim. Yazı bekleyebilirdi ama onun keyfi, huzuru asla. Bazen bir paragrafı tamamlamak yerine, dakikalarca onun nasıl uyuduğunu izlerken buluyorum kendimi. Hayatın temposu içinde durup bir an olsun bu anın tadını çıkarmak, sanırım en büyük hediye.




Anın Kıymetini Bilmek ve O Küçük Huzur Anları

Kedilerle yaşamak, aslında sürekli bir farkındalık hali içinde olmak demek; çünkü onlar bize anı yaşamayı öğretiyorlar. Bir güneş ışığını kovalamak, bir kelebeğin peşinden koşmak ya da pencereden dışarıyı saatlerce izlemek... Tüm bu küçük detaylar, onların gözünde kocaman birer maceraya dönüşür. Onların bu basit, saf mutlulukları, bize hayatın ne kadar da küçük ama değerli şeylerle dolu olduğunu yeniden hatırlatıyor. Kimi zaman bir oyuncakla boğuşurken, kimi zaman da o zarif duruşlarıyla etrafa bakarken, her halleriyle bizi büyülüyorlar.

O anlık hazları ve merakları, içimizde unuttuğumuz o çocuksu coşkuyu yeniden canlandırıyor. Onların dünyasında yarın kaygısı ya da dünün pişmanlığı yok, sadece içinde bulundukları an var ve bu, bize adeta bir yaşam dersi veriyor.



Bazen düşünüyorum da, biz onlara bir yuva, bir kap mama, bir yudum su verdik sanıyoruz ama asıl onlar bize ne çok şey katıyor. Hayatımıza neşe katıyorlar, sabretmeyi öğretiyorlar, koşulsuz sevmeyi ve en önemlisi o anın kıymetini bilmeyi... Onların kendine has karakterleri, her birinin farklı huyları, bize her bir canlının ne kadar eşsiz olduğunu da gösteriyor. Birinin uysal ve sevecen oluşu, diğerinin yaramaz ve meraklı oluşu; her biri kendi içinde bir dünya.








Benim için kediler, sadece evcil hayvan değil; onlar hayatımın en özel parçaları, en iyi terapistlerim ve dört patili en yakın dostlarım. İyi ki varlar ve iyi ki hayatıma dokundular. Bazen evimin patronu olsalar da, asıl evin neşe kaynağı onlar. Onlarla paylaştığım her an, bir ömre bedel.

Sevgiyle Kalın.

Arzu SEKİN 

7 Eylül 2025 Pazar

SONBAHARIN EŞSİZ HÜZNÜ


Her mevsimin kendine has bir cazibesi, bir güzelliği vardır. Kimisi baharın taze yeşiline vurulur, kimisi yazın sıcak ve uzun günlerine, kimisi de kışın sessiz ve saf beyazlığına. Ama hiçbir mevsim, sonbaharın o eşsiz, o gizemli ve bir o kadar da hüzünlü büyüsünü barındıramaz içinde. Sonbahar, doğanın bütün hünerini sergilediği, sanki bir ressamın paletindeki bütün renkleri cömertçe kullandığı bir mevsimdir.

Sanki doğa, vedalaşmadan önce en güzel giysilerini giyer. Ağaçların yaprakları, sarının en canlı tonundan, turuncunun en parlağına, kırmızının en iddialısına kadar bin bir renge bürünür. Rüzgâr, bir zamanlar hayat dolu bu yaprakları nazikçe dallarından koparıp yere serer. Yerde, bir zamanların neşeli yaprakları, şimdi sessizce bir halı gibi serilir. Onların üzerinde yürüdüğünüzde çıkan hışırtı, sanki geçmişin bir fısıltısı, bir anısıdır. Bu hışırtı, insana hem huzur verir hem de içten içe bir hüzünle doldurur. Siz hiç bir ağacın dalından düşen yaprağı elinize alıp uzun uzun baktınız mı? O küçücük yaprak bile insana yaşamın ve bitişin tüm hikâyesini fısıldar.

Sonbahar, bize hayatın döngüsünü, değişimin kaçınılmazlığını anlatır. Her bitişin, yeni bir başlangıç olduğunu, her solgunluğun ardında yeni bir yeşilin saklı olduğunu fısıldar. Yani aslında sonbahar, çoğu kişinin sandığı gibi sadece bir “veda” değildir; aynı zamanda bir “hazırlık ”tır. Yeni filizlerin, yeni umutların öncesinde sessiz bir toparlanmadır. Bu yüzden sonbahar sadece bir mevsim değil, aynı zamanda bir duygu, bir bilgeliktir. O, bize durup düşünmeyi, içimize dönmeyi, ruhumuzu dinlendirmeyi öğretir. Gecelerin uzadığı, havanın serinlediği bu günlerde, evlerimizin sıcaklığında bir fincan çay veya kahve eşliğinde, pencereden dışarıyı seyretmekten daha keyifli ne olabilir ki?

Ama işte tam da bu noktada, bireysel huzurun ötesine geçip toplumsal bir ders çıkarmak gerekir. Çünkü sonbahar sadece doğanın bize anlattığı bir hikâye değildir; aynı zamanda hayatımızın, toplumumuzun da aynasıdır. Yapraklar nasıl dalından düşerken kimseye ayrıcalık tanımıyorsa, adaletin de herkese eşit işlemesi gerekir. Oysa biz biliyoruz ki bu topraklarda adalet, sonbaharın yaprakları kadar eşit dağılmıyor. Mevsimler kimseyi kayırmazken, insanlar birbirini kayırıyor. Bugün sokaklarda montsuz bir çocuk titrerken, başka bir çocuk vitrinlerde marka seçiyor. Bir evde soba tüterken, diğerinde kaloriferin derecesi tartışılıyor. Sizce de doğanın eşitliğiyle insanların eşitsizliği arasındaki uçurum, her sonbaharda daha görünür hâle gelmiyor mu? Tam da bu çelişkinin ortasında sonbaharın sessiz dersi kulağımıza çalınıyor: “Hiçbir güç, hiçbir iktidar, hiçbir zenginlik sonsuz değildir.”

Evet, sonbahar bir hüzün mevsimidir. Ama bu hüzün, yıkıcı değil, tam tersine yapıcı ve olgundur. Bizi kendi hayatımızla, kendi toplumumuzla yüzleştirir. Kendi içimizdeki hesaplaşmayı yapmamızı ister. Çünkü doğa her yıl bu döngüyü yeniden yaşıyor: çürüyen yapraklar toprağa karışıyor, toprak yeniden can buluyor. Biz de öyle yapabiliriz. Çürümüş olanı geride bırakıp, geleceğe yeni bir filiz armağan edebiliriz. Belki de hepimizin hayatında bir sonbahar vardır; bir dönemin kapanışıyla içimize çöken hüzün ama aynı zamanda yeni bir başlangıcın sessiz müjdesi… Ben kendi hayatımda da bunu gördüm: en ağır bitişlerin ardından, hiç ummadığım anlarda yeni bir bahar filizleniverdi.

Bu yüzden sonbahar, nasıl sevilmez ki? O, sadece bir mevsim değil, aynı zamanda bir şiir, bir resim, bir müzik eseridir. Ama aynı zamanda da en dürüst öğretmenimizdir. Bize hem bireysel hem de toplumsal olarak şunu fısıldar: “Bitişlerden korkma. Çünkü her bitiş, adaletle ve sabırla yaşanırsa, yeni bir başlangıcın tohumudur.”

Sevgiyle Kalın..

Arzu SEKİN 

 

5 Eylül 2025 Cuma

Toplumun Aynasında Çürüme: Çocuklar, Cinayetler ve Adaletin Sınavı

 

Toplumun aynasında cinayet, yoksulluk ve şiddet gibi sorunların yansıdığı, parçalanmış ve karanlık bir illüstrasyon.

Her geçen gün, daha da ürkütücü manşetlerle gözümüzü açıyoruz. Henüz çocuk sayılabilecek yaşta, 14 yaşındaki gençlerin cinayet işlediğini öğreniyoruz. Daha da acısı, bunu bir oyun sanacak kadar vicdanlarını yitirdiklerine tanık oluyoruz. Bir insanın canını almak, onların gözünde bir oyundan farksız hâle gelmiş. Ancak bu noktada sadece bireyleri suçlamak yetmez; asıl bakmamız gereken yer, toplumun aynasıdır. Çünkü bu tablo, hepimizin içinde bulunduğu büyük çürümenin yansımasıdır.

Bu çürüme, genç nesillerde kendini daha da belirgin hale getiriyor. Yasaklı madde kullanımı, resmi verilere göre son yıllarda gençlerde artış gösteriyor. TÜİK’in 2024 verilerine göre, güvenlik birimlerine getirilen çocukların %8,2’si uyuşturucuyla tanışmış durumda. Ortalama başlangıç yaşı 21 görünse de, bazı bölgelerde bu yaşın 13-14’e kadar düştüğü raporlarda açıkça belirtiliyor. Sokak ortasında kadınların öldürüldüğünü, kıyafetleri nedeniyle yargılandığını ve bu yargıların bazen cinayet gerekçesi yapıldığını görüyoruz. Kadınların hayatı hiçe sayılıyor. Çocukların ve savunmasızların hayatı da aynı vicdansızlıkla yok ediliyor.

Bu çürüme, genç nesillerde ve savunmasızlarda kendini daha da belirgin hale getiriyor. Yasaklı madde kullanımı, resmi verilere göre son yıllarda gençlerde artış gösteriyor. TÜİK’in 2024 verilerine göre, güvenlik birimlerine getirilen çocukların %8,2’si uyuşturucuyla tanışmış durumda. Ortalama başlangıç yaşı 21 görünse de bazı bölgelerde bu yaş 13-14’e kadar düşüyor. Çocuklar daha oyun çağında uyuşturucunun pençesine düşüyor, bağımlılıkla boğuşuyor,  aileler ise sessiz çığlıklarla dağılıyor.   Sokak ortasında kadınların öldürüldüğünü, kıyafetleri nedeniyle yargılandığını ve bu yargıların bazen cinayet gerekçesi yapıldığını görüyoruz. Aynı şekilde, bir baba, bir koca ya da bir sevgili tarafından hunharca katledilen kadınların haberi de artık sıradan bir akşam bülteni detayı hâline geldi. Bu tablo, kadınların hayatının hiçe sayıldığını, çocukların ve savunmasızların hayatının aynı vicdansızlıkla yok edildiğini gösteriyor. Kadınlar en güvenmesi gereken ellerde hayatlarını kaybediyor; çocuklar, en çok korunması gereken yaşlarda suça bulaşıyor; gençler ise zehirli maddelere teslim oluyor. İşte tüm bunlar, toplumun derinleşen krizinin görünür yüzleri.

Peki, nasıl bu noktaya geldik?

Çürümenin Temel Sebepleri : 

Gelir eşitsizliği: Bir toplumun çöküşünü hızlandıran en büyük etkenlerden biri gelir eşitsizliği. OECD raporlarına göre Türkiye, gelir dağılımında en adaletsiz ülkelerden biri. Şehirlerde bir yanda lüks yaşam yükselirken, diğer yanda aileler asgari ücretle geçinmek için mücadele ediyor, emekliler ise hepten perişan bir durumda. Üniversite mezunu gençler, yıllarca emek verip okudukları halde kendi alanlarında iş bulamıyor. Genç işsizlik oranı %20’nin üzerinde. Hayalleri ellerinden alındığında, umutsuzluğa kapılıyor, çaresizlik bunalıma dönüşüyor. İşsizlik, yoksulluk ve çaresizlik, toplumsal şiddetin gizli birer tetikleyicisi hâline geliyor.

Aile terbiyesi ve değerlerin aşınması: Diğer önemli bir faktör olarak aile terbiyesi ve değerlerin aşınması da bu tabloyu derinleştiriyor. Bu durumun kökenine baktığımızda, sosyologlar çocuğun ilk değer eğitimini aileden aldığına dikkat çeker. Ancak ekonomik baskılar ve modern hayatın hızı, ebeveynleri çocuklarından uzaklaştırıyor. Sevgi, saygı, empati ve vicdan gibi temel kavramlar küçük yaşta verilmediğinde, bu eksiklik genellikle yetişkinlikte vicdansızlığa ve acımasızlığa kaymalarına yol açıyor. Bu bağlamda, bir çocuğun öldürmekten zevk alacak noktaya gelmesi yalnızca bireysel bir sorun değil; aileden başlayarak çevreye, okula ve nihayetinde bütün sistemin başarısızlığının bir yansımasıdır

Eğitimin yozlaşması: Ve elbette eğitimin yozlaşması  ise bu çürümenin temel taşlarından. Türkiye’de eğitim sistemi yıllardır sürekli değişiyor; istikrarsızlık, gençlerin hem ruhsal hem de akademik gelişimini olumsuz etkiliyor. Sınav sistemlerinin adaletsizliği, ezbere dayalı müfredatlar, çocuklara düşünmeyi değil susmayı öğreten anlayış… Tüm bunlar gençlerin sorgulama yeteneğini köreltiyor. Oysa sorgulamayan birey, kolayca şiddeti ve ayrıştırmayı kabullenebiliyor. Okullar, gençlere gelecek vaat etmek yerine onları bir yarış atı gibi koşturuyor.

Hukukun Caydırıcılığı Nerede?

Bir başka büyük problem ise adaletin zayıf caydırıcılığı. Suç işleyenlerin, hak ettikleri cezayı almadığına şahit oldukça, suçun işlenmesi daha da sıradanlaşıyor. Adalet Bakanlığı verilerine göre cezaevinde bulunanların önemli bir kısmı “tekrar suç” işleyenlerden oluşuyor. Bu, cezaların caydırıcı olmadığını net biçimde gösteriyor. Cinayet işleyen, kadına şiddet uygulayan ya da çocukların hayatını karartanlar, çoğu zaman “iyi hâl indirimi” gibi akla sığmaz gerekçelerle adeta ödüllendiriliyor. Hukukun gücü zayıfladığında, vicdan zaten kaybolmuşsa, geriye kalan tek şey kaos oluyor.

Çözüm Nerede?

Bu noktada sadece “umutlu olalım” demek yeterli değil. Gerçekçi ve çözüm odaklı adımlar atılmalı.

Eğitim sistemi kökten gözden geçirilmeli:  Çocuklara vicdan, empati ve sorumluluk bilinci aşılanmalı.

Gelir eşitsizliği azaltılmalı: Gençlere hayallerini gerçekleştirecek iş imkânları sunulmalı.

Ailelerin sorumluluğu yeniden hatırlatılmalı: Çocuklara sevgi ve değer kazandırmanın önemi vurgulanmalı.

En önemlisi, hukuk kuralları caydırıcı hâle getirilmeli:  Ceza, gerçekten ceza olmalı; adalet, toplumun güven duygusunu yeniden tesis etmeli.

Toplum, bir bütün olarak çürüyor. Bu çürümenin önüne geçmek ise ancak kök sebeplerle yüzleşmekten ve cesurca çözüm üretmekten geçiyor. Aksi hâlde, yarın bir başka 14 yaşındaki çocuğun cinayet işlediği haberiyle yine sarsılacağız. Ya da televizyon ekranlarında, “bir kadın daha öldürüldü” başlığına uyanacağız, ya da yasaklı maddeler yüzünden kararan hayatlara tanık olacağız. Ve işte o zaman, kaybolan şeyin sadece birkaç hayat değil, koskoca bir toplumun geleceği olduğunu çok geç fark edeceğiz.

Sevgiyle Kalın..

Arzu SEKİN 

 

Bugün Hiçbir Şey Yapmadım… ve İlk Kez Gerçekten Huzurluydum

“Hayat bazen sadece durabilenleri ödüllendirir.” Ne yetişmem gereken işler vardı, ne de aklımı yoran planlar. Sadece oturdum, bir fincan k...